506 313-Mektub

Kalbin em­ri, idâresi altına girmedikce, dahâ doğrusu sünnete uymadıkca, islâmiyye­te sarılmadıkca “alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye”, hattâ ve hat­tâ, ancak Allahü teâlânın ihsânına kavuşmadıkca, tezkiye bulamaz, içer­den temizlenemez. Yaradılışındaki pislikden kurtulamaz. Se’âdete, iyili­ğe eremez. Eflâtun, hiç aklı ermediği için, nefsinin safâsını, Îsâ aleyhisse­lâma inanan kalbin safâsı gibi sandı. O îmânlı kalbin sâhibi gibi, kendini de, nûrlu ve temiz gördü. Bunun için de, O yüce Peygambere “alâ nebiy­yinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” uymak ni’meti ile şereflenemedi. Sonsuz felâkete sürüklendi. Böyle belâya düşmekden Allahü teâlâya sığınırız!

Açlığın böyle zararı da bulunduğu için, bu yolun büyükleri “kaddesal­lahü teâlâ esrârehüm” açlıkla riyâzet çekmek yolunu tutmamışlar, yimek­de, içmekde, orta dereceyi gözetmek riyâzetine, tâm ortada kalmağa çalış­mak mücâhedesine sarılmışlardır. Açlığın bu büyük tehlükesine düşmemek için, fâidelerinden de, vaz geçmişlerdir. Başkaları, açlığın fâidelerini düşü­nerek, zararlarını göremediler. Açlık çekmeği emr etmişlerdir. Aklı olan­lar, bir zarardan kurtulabilmek için, birçok fâidelerin bırakılacağını söyle­mişlerdir. İslâm âlimlerinin, (Bir işin sünnet veyâ bid’at olduğu anlaşılama­sa, bid’ati yapmamak, sünneti yapmakdan dahâ iyidir) sözleri de, akl sâhib­lerinin bu sözlerine benzemekdedir. Çünki bu iş, bid’at ise zararlıdır. Sün­net ise, fâideleri vardır. Zararlı olabileceğini, önde tutmuşlar, bid’at olabi­leceği için bu işi yapmamalıdır buyurmuşlardır.

Açlıkla riyâzet çekmek sünnetinin başka yoldan da zarar getirebilece­ği, şaşılacak birşey olmaz. Bu sözle demek istiyoruz ki, bu sünnet, yalnız Es­hâb-ı kirâm için olabilir. O zemân için olması, çok ince ve örtülü bildiril­miş olduğu için, tesavvufcuların çoğu bunu anlıyamamış, kendileri de, böyle riyâzet yapmışlardır. Birçoğu ise, bunun o zemân için olduğunu an-lıyarak, kendileri yapmamışlardır. Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâ­lâ bilir.

Süâl 3: Bu yolun büyüklerinin kitâblarında yazıyor ki: (Bizim nisbetimiz, hazret-i Ebû Bekre bağlanmakdadır. Başka yollar böyle değildir). Yolla­rın çoğu, imâm-ı Ca’fer-i Sâdıka bağlanmakdadır. Bu İmâm da, hazret-i Sıd­dîka bağlıdır. Başka yollar da, hazret-i Sıddîka bağlanmış olmuyorlar mı?

Cevâb 3: İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık “kuddise sirruh” hazretleri, hem haz­ret-i Sıddîka, hem de hazret-i Emîre bağlıdır “radıyallahü teâlâ anhü­mâ”. Kendisinde bu iki nisbet birleşmiş olduğu hâlde, her iki nisbetin kemâlleri ayrı ayrı idi. Birbirleri ile karışmamış idi. Birçokları, İmâm hazretlerinden, hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” nisbetini al­dı. Bunların yaradılışları Sıddîka uygundu. Yaradılışları hazret-i Emîre uy­gun olanlar da, hazret-i Emîrin nisbetini aldılar. Hazret-i Emîre bağlan­dılar. Bir aralık, Benâris gölünün yanına gitmişdim. Kenk ve Çemen nehr­leri bu göle akmakda idi. Her iki nehrin sularının gölde hemen karışma­dıkları görülüyordu. Sanki araları bir perde ile ayrılmışdı. Kenk nehrinin akdığı tarafda bulunanlar, bu nehrden gelen suyu içiyorlardı. Çemen neh­rinin akdığı tarafda bulunanlar da, Çemen suyundan içiyorlardı.

Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri “kuddise sirruh”, (Risâle-i kudsiy­ye) kitâbında buyuruyor ki, hazret-i Alî, Peygamberlerin sonuncusundan “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” terbiye gördüğü gibi, hazret-i Sıddîk­dan da yetişmişdir.