505 313-Mektub

Fârisî beyt tercemesi:

Ağzından taşacak kadar çok yime, açlıkdan ölecek kadar az yime!

Hak teâlâ, Peygamberimize “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” kırk erkek kuvveti ihsân eylemişdir. Bu kuvveti ile ağır açlıklara dayanırdı. Es­hâb-ı kirâm da, insanların en iyisinin sohbeti yardımı ile “aleyhi ve alâ âli­hissalâtü vesselâmü vettehıyye” bu yüke katlanırlardı. Bu yüzden işlerin­de ve çalışmalarında hiçbir bozukluk ve gevşeklik olmazdı. Aç iken mu­hârebede düşmana öyle güclü saldırdılar ki, tok olanlar bunun onda biri­ni yapamazlardı. Bunun içindir ki, sabr eden yirmi kişi, ikiyüz kâfire gâ­lib gelirdi. Yüz kişi de, bin kişiye galebe çalardı. Eshâb-ı kirâmdan başka­ları, öyle aç kalsalar, edebleri ve sünnetleri yapamaz olurlar. Belki çok olur ki, farzları yapamaz hâle gelirler. Gücü yok iken, bu işde Eshâb-ı kirâma benzemeğe kalkışmak, kendini sünnetleri ve farzları yapamıyacak hâle sok­mak olur. İşitdiğimize göre, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” O Ser­ver gibi “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”, hergün oruc tutmak istedi. Za’îfledi, tâkati kalmadı. Birgün yere yıkıldı. O Server “aleyhi ve alâ âli­hissalâtü vesselâm” buna üzülerek, (İçinizde benim gibi kim vardır? Rab­bimin huzûrunda kalırım. Oradan yirim ve içerim) buyurdu. Görülüyor ki, gücü yetmediği şeyi yapmağa kalkışmak iyi değildir.

Eshâb-ı kirâm, insanların en iyisi kadar “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” açlığa dayanamadılar ise de, onun sohbetinin yardımı ile uzun açlıkların zararlarından korunmuş idiler. Başkaları, onlar gibi korun­muş değildirler. Bunu şöyle açıklarız: Açlığın safâ verdiği, temizlediği meydânda birşeydir. Çok kimselerin [Sâlih olan mü’minlerin] kalbine sa­fâ verir. Çoğunun da [Kâfirlerin ve dünyâya düşkün olan mü’minlerin] nef­sine safâ verir. Kalbin safâ bulması, insanı doğru yola götürür ve nûrlan­dırır. [Âlem-i emrdeki nûrlar, feyzler, hidâyet hâsıl olur.] Nefsin safâsı, da­lâlete sürükler ve zulmeti artdırır. [Nefs, âlem-i halkdan olduğu için, âlem-i halkdaki, bilinmiyen, gayb olan, gizli olan, çalınan şeyler, hastalık­ların teşhîsi, tedâvîsi, cin ile tanışma gibi şeyler hâsıl olur. Böyle kâfir ve sapık kimseler, müslimânların îmânlarının bozulmasına sebeb olurlar.] Ah­mak Eflâtun, nefsinin safâsına güvendi. Hayâline gelen görüntülere uydu. Bunları değerli birşey sanarak, kendini beğendi. Hazret-i Îsâ “alâ nebiy­yinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” Eflâtun zemânında Peygamber olmuşdu. Rûhullah olan O yüce Peygambere inanmadı. (Biz gericilikden kurtulmuş kimseleriz. Bizi doğru yola götürecek öndere ihtiyâcımız yokdur) dedi. Eğer kalbini karartan safâsı olmasaydı, hayâlindeki sûretlere aldanmaz, se’âdete kavuşmakdan geri kalmazdı. Maksada ulaşmasına engel olmaz­lardı. Bu karanlık safâyı görerek, kendini nûrlu sandı. Bu safânın, nefs-i emmârenin ince kabuğundan içeri giremediğini, nefsinin eskisi gibi kirli, pis olduğunu anlıyamadı. Nefsinin ancak, şeker kaplanmış necâsete dön­düğünü göremedi. Kalb böyle değildir. O, yaradılışda temizdir. Nûr ile do­ludur. Yalnız, karanlık nefse yakın olduğu için, üzeri kararmış, kirlenmiş­dir. Az bir tasfiye, temizlemek ile, üzerindeki pas giderek, eski hâline döner. Nûr ile dolar. Nefs ise, yaradılışda karanlıkdır, pisdir.