065/66 38-Mektub

 38

OTUZSEKİZİNCİ MEKTÛB

Bu mektûb, Muhammed Çetrîye yazılmışdır. Zât-i teâlâya muhabbeti ve fenâ mertebelerini bildirmekdedir:

Mektûb-i şerîfiniz gelerek, fakîri çok sevindirdi. Allahü teâlâ, her ze­mân kendi ile berâber bulundursun! Bir ân bile, başkası ile bırakmasın! Zât-i ilâhîden başka her şeye gayr denir. Onun ismleri ve sıfatları da gayrdır. İlm-i kelâm âlimleri, (Sıfatları, kendinin aynı da değildir, gayrı da değildir) buyurmuş ise de, gayrı kelimesinin kelâm ilmindeki ma’nâsına gö­re, böyle demişlerdir. Yoksa, lügat ma’nâsına göre dememişlerdir. Sıfat­lar kelâm ilmindeki ma’nâsına göre (Gayrı) değil ise de, umûmî ma’nâya göre, Onun gayrıdır.

Allahü teâlâ, ancak selb sıfatları ile anlatılabilir. Onu, herhangi bir sı­fat ile anlatmak, ilhâd olur [ya’nî, doğru yoldan çıkmak olur]. Onu anlatan en iyi kelime, en geniş ibâre, Şûrâ sûresinin (Ona benziyen birşey yokdur) meâlindeki, onbirinci âyetidir ki, buna fârisî dilinde (bîçûn ve bî-çigûne) denir. Hiçbir ilm, hiçbir şühûd, hiçbir ma’rifet, Allahü teâlâyı bulamaz. Bi­linen, görülen ve tanınan herşey O değildir. Bunları ma’bûd bilmek, gay­ra tapınmak olur. (Lâ ilâhe) derken, bunların hepsini nefy etmek, yok bil­mek, (İllallah) derken de; O, birşeye benzemiyen, bir ma’bûdu var bilmek lâzımdır. Bu, önce taklîd ile, ya’nî öğrenip yapmakla olur. Sonraları, ken­diliğinden yapılır.

Sona varmamış olan tesavvuf yolcuları, başka şeyleri, O sanarak tanır, görür. Taklîd eden mü’minler, böyle tesavvufculardan, katkat iyidir. Çün­ki bunlar, Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” gelen bilgilere uymakdadır. Bu bilgilerde hatâ, yanlışlık olamaz. Yarı yoldaki tesavvufcu­lar ise, kendi gördüklerine, anladıklarına uymakdadır. Bu hareketleri ile, Zât-i ilâhîye inanmamış oluyorlar. Zât-i ilâhîyi görüyoruz, Onun sevgisi için­de yüzüyoruz diyorlarsa da, Zât-i ilâhîye olan böyle îmânları, hakîkatde, inkâr demekdir.

Müslimânların büyük imâmı, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, (Sana lâyık ibâdeti yapamadığımız, fekat, iyi tanıdığımız, Allahı­mız! Sende hiçbir kusûr, noksânlık yokdur!) buyurdu. Ona lâyık ibâdet ya­pılamıyacağını herkes bilir. Fekat, iyi tanıdığımız buyurması, (Hiçbirşeye benzemediğini, hiçbir yoldan tanınamıyacağını iyi anladık) demekdir. Al­lahü teâlâyı, herkes bu sûretle tanıyamaz. Ma’rifet, ya’nî tanımak başka­dır. İlm, ya’nî bilmek başkadır. Herkes, ilm sâhibi olabilir. Ma’rifet ise, fe­nâ mertebesi ile şereflenenlerde bulunur. Fânî olmıyana nasîb olmaz. Mevlevî Câmî [Mevlânâ Nûreddîn-i Abdürrahmân Câmî] buyuruyor ki: Fâ­risî beyt tercemesi:

Fenâ makâmına varmıyan kimse, oraya yol bulamaz, çok şey de bilse.

Ma’rifet, ilmden ayrı olduğu için, ilm ile anlaşılanlardan başka şeyler de vardır. Bunlar ma’rifet ile anlaşılır. Bu ma’rifete (İdrâk-i basît) de derler. Nitekim Hâfız-i Şîrâzî “rahmetullahi aleyh” diyor ki:

Feryâdı, boşuna değildir Hâfızın, Şaşılacak şey çok, dili altında ânın.

Fârisî iki beyt tercemesi:

İnsanların rabbinin, insanların rûhuyla, Bir bağlılığı vardır, söz ile anlatılmaz.

İnsan için diyorum, işim yokdur maymunla. Rûhsuz olan bir kimse, elbet rûhu tanımaz.

Fenâ makâmında çeşidli dereceler bulunduğundan, müntehîlerin [ya’nî sona erenlerin] de ma’rifetleri, başka başka olur. Fenâ derecesi yüksek olan bir velînin ma’rifeti dahâ olgun, fenâ mertebesi aşağı olan velînin ma’rife­ti de, o derece aşağıdır. Sübhânallah! Söz nereye vardı. Kendi câhilliğimi, iflâsımı, sapıklığımı ve sebâtsızlığımı yazıp dostlardan yardım, düâ istemek­liğim lâzım idi. Öyle bilgiler nerede, bu fakîr nerede? Fârisî beyt terceme­si:

Kendinden haberi olmıyan zevallıya, yakışır mı, ince bilgileri diline ala?

Fekat yaradılışım, hamurum, aşağılarda dolaşmağa, alçak şeylerle uğ­raşmağa, hattâ bakmağa râzı olmuyor. Hiç söyliyemese de, hep Onu söyle­meği, birşey ele geçiremezse de, hep Onu aramağı, kavuşamasa da, Onu öz­lemeği istiyor. Tesavvuf büyüklerinden birkaçı Zât-i ilâhîyi müşâhede ediyo­ruz, demişlerse de, bununla, ne demek istediklerini, ancak, kendileri gibi yük­sek olanlar anlar. O dereceye yetişmiyen, anlayamaz. Fârisî beyt tercemesi:

Bilmiyenler, tanıyamaz bileni,

o hâlde, sözü kısa kesmeli.

Mektûbunuzun başını (O zâhirdir, bâtındır) kelimeleri ile süslemişsiniz. Yavrum! Bu sözler, elbette doğrudur. Fekat, uzun zemândan beri bu fakîr “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, bu sözlerden, tevhîd-i vücûdî ma’nâsı­nı anlamıyorum. Âlimlerin anladığı gibi anlıyorum. Âlimlerin anladığını, tevhîd-i vücûdî sâhiblerinin anladığından dahâ doğru görüyorum. Fârisî mıs­ra’ tercemesi:

Herkesi, bir iş için yaratmışlardır.

Müslimânın önce yapacağı şey, hepimizden önce istenilen şey, emr olu­nanları yapmak, yasak edilenlerden sakınmakdır. Nitekim, sûre-i Haşrin ye­dinci âyetinde meâlen, (Resûlümün “sallallahü aleyhi ve sellem” getirdi­ği emrleri alınız, yapınız! Sizi nehy, men’ etdiği şeylerden kaçınınız!) bu­yuruldu. İhlâs elde etmekle emr olunduk. Fenâ hâsıl olmadan, ihlâs elde edilemez ve Zât-i ilâhîyi sevmedikçe, hâsıl olmaz. O hâlde, Fenâ makâmı­nı ve bunun başlangıcı olan (Makâmât-i aşere)yi, ya’nî on şeyi elde etmek lâzımdır. [Fenâya kavuşmak için lâzım olan on şey, tevbe, zühd, tevekkül, kanâ’at, uzlet ya’nî dîni, ahlâkı bozan kimselerden, kitâblardan, gazeteler­den, filmlerden sakınmak, zikr ya’nî her hareketde, Allahü teâlâyı unutma­mak, teveccüh, sabr, murâkabe ve rızâdır.] Fenâ makâmı, her ne kadar, Al­lahü teâlânın ihsânı ise de, fekat bu ihsâna lâyık olmağa hâzırlanmak, başlangıclarını elde etmek için çalışmak lâzımdır. Evet ba’zı bahtiyârları, çalışmadan, sıkıntı çekip, kendini temizlemeden ve başlangıcları elde et­meden, fenâya kavuşdururlar. Bu bahtiyârlar iki dürlüdür: Yâ, yükseldiği makâmda bırakıp geri döndürmezler veyâ tâlibleri, nâkısları yetişdirmesi için, bu âleme geri getirirler. Birinci şeklde, bu iniş makâmlarından geçme­miş olur. Bundan dolayı da Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının çeşid çeşid tecellîlerinden [ya’nî husûsî te’sîrlerinden] haberi yokdur. İkinci şeklde ise, bu âleme geri dönerken, onu bu makâmların her birinin, her ta­rafından geçirirler. Sonsuz tecellîlere kavuşdururlar. Mücâhede edenlerin, sıkıntı çekenlerin geçdiği yolları, hâlleri hep görür. Fekat, onlar gibi derd­li, üzüntülü değil, zevkli, lezzetlidir. Zâhiri sıkıntıda, bâtını ni’metde ve lez­zetdedir. Fârisî mısra’ tercemesi:

Bu büyük ni’meti, acabâ kime verirler?

Süâl: İhlâs, islâmiyyetin bir parçası olunca, bunu elde etmek, herkese vâ­cibdir. Hakîkî ihlâs, fenâ makâmına varmayınca hâsıl olmaz ise, ebrârın âlimleri ve sâlih insanlardan fenâ derecesine varmıyanlar, ihlâsa kavuşamı­yacakdır. İslâmiyyetin üçüncü parçası olan ihlâsı elde etmemeleri günâh ola­cak, değil mi?

Cevâb: Âlimlerde, sâlihlerde, ihlâsdan bir kısm, bir parça hâsıl olur. Fe­nâdan sonra ise ihlâs, temâm olur. Her parçası hâsıl olur. Demek ki, fenâ ol­madan ihlâsın hakîkati, temâmı hâsıl olmaz. Fekat, bir kısmı hâsıl olabilir.