Sevgili Peygamberinin sadakası olarak “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât” ihsânda bulundu.
FASL - Büyüklerimizin “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” yolunun temeli, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” i’tikâdına uygun olarak inanmak ve sünnet-i seniyyeye yapışmakdır “alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye”. Bid’atlerden ve nefsin isteklerinden de sakınmak ve işleri, elden geldiği kadar azîmetle yapmak, ruhsat ile hareketden kaçınmakdır.
[(Azîmet), halâl olduğu belli olmıyan şübheli şeyleri de yapmamak, harâm ve mekrûhlardan herhâlde kaçmakdır. (Ruhsât), islâmiyyetin izin verdiği, câiz olur dediklerinden sakınmamakdır].
Önce, cezbe hâsıl olup kendinden geçer. Buna (Adem) denir. Bundan sonra (Bekâ) bulup kendine gelir. Buna (Vücûd-i adem) denir. Bu adem ve kendinden geçmek, hissi gayb etmek, duygusuz olmak değildir. Az kimsede, his de gidebilir. Bu bekâ sâhibi, insanlık isteklerine dönebilir. Nefsin huylarına uyabilir. Fenâdan sonra hâsıl olan Bekâda ise, geri dönmek câiz değildir. Behâüddîn-i Buhârî, (Vücûd-i adem, insanlık arzûlarına döner. Fekat, Vücûd-i fenâ, geriye hiç dönmez) sözünü, belki bunun için söylemişdir. Çünki, birinci Bekânın sâhibi, dahâ yoldadır. Yolda olan geri dönebilir. İkincisi, müntehîdir, kavuşmuşdur. Kavuşan, geri dönmez. Büyüklerden biri, (Yolda olan döner. Kavuşmuş olan dönmez) buyurdu. Vücûd-i adem sâhibi, her ne kadar yolda ise de, nihâyet, bidâyetde yerleşdirilmiş olduğu için, nihâyetde olanları bilir. Müntehînin, yolun sonunda kavuşdukları, buna topluca tatdırılır. Bu nisbet, müntehîde bol olduğundan, rûhuna da, bedenine de yayılır. Vücûd-i adem sâhibinde ise, yalnız kalbindedir. Müntehîde yayılmış, dağılmışdır. O, insanlık sıfatlarına dönmez. Çünki, bu nisbetin, onun bedeninin her mertebesine yayılması, onun sıfatlarını yok etmiş, fânî yapmışdır. Bu (Fenâ), Allahü teâlânın büyük bir ni’metidir. Allahü teâlâ, azmıyan kulundan, ni’metini geri almaz. Vücûd-i adem sâhibi, böyle değildir. Bu nisbet, onun bedenine geçmemişdir. Böyle olmakla berâber, bedenin mertebeleri kalbe bağlı olduğu için, bu nisbet kalb yolu ile, bütün bedene de, toplu, kısa olarak geçer. Bedenin isteklerini azaltır. Fekat, tâm yok edemez. Bunun için geri dönebilir. Çünki azalmış, yok olmamışdır. Yok olan, geri dönmez. Bu yüksek zincirin büyüklerinden birkaçı “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”, bidâyetdeki kendinden geçmeğe ve bundan sonra hâsıl olan bekâya (Fenâ) ve (Bekâ) demişlerdir. Bu mertebede, (Tecellî-i zâtî) olur. Hak teâlânın zâtı görünür de demişlerdir. Bu Bekânın sâhibine, (Vâsıl), kavuşmuş demişlerdir. Devâmlı huzûr, müşâhede demek olan (Yâd-i dâşt) de, bu mertebede hâsıl olur sanmışlardır. Bütün böyle sözler, nihâyetin bidâyetde yerleşdirilmiş olmasından ileri gelmekdedir. Çünki, Fenâ ve Bekâ, yalnız müntehîye hâsıl olur. Ancak, müntehî kavuşmuşdur. Tecellî-i zâtî, yalnız buna olur. Allahü teâlânın devâmlı huzûru, ancak müntehî içindir. Çünki, o hiç geri dönmez. Fekat, birinci söz de, bu bakımdan doğrudur. Sağlam bir görüşe dayanmakdadır. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr “kaddesallahü teâlâ sirrehül akdes” hazretlerinin (Fıkarât) kitâbındaki Fenâ ve Bekâ ve Tecellî-i zâtî ve Zât-i ilâhînin şühûdü ve vasl ve Yâd-i dâşt yazıları da, bunlar gibidir.
4:59 minutes ( 2.3 MB)