451 290-Mektub

Sevgili Peygamberinin sadakası ola­rak “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât” ihsânda bulundu.

FASL - Büyüklerimizin “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” yolunun teme­li, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” i’tikâdına uygun olarak inanmak ve sünnet-i seniyyeye yapışmakdır “alâ sâ­hibihessalâtü vesselâmü vettehıyye”. Bid’atlerden ve nefsin isteklerinden de sakınmak ve işleri, elden geldiği kadar azîmetle yapmak, ruhsat ile ha­reketden kaçınmakdır.

[(Azîmet), halâl olduğu belli olmıyan şübheli şeyleri de yapmamak, harâm ve mekrûhlardan herhâlde kaçmakdır. (Ruhsât), islâmiyyetin izin verdiği, câiz olur dediklerinden sakınmamakdır].

Önce, cezbe hâsıl olup kendinden geçer. Buna (Adem) denir. Bundan sonra (Bekâ) bulup kendine gelir. Buna (Vücûd-i adem) denir. Bu adem ve kendinden geçmek, hissi gayb etmek, duygusuz olmak değildir. Az kim­sede, his de gidebilir. Bu bekâ sâhibi, insanlık isteklerine dönebilir. Nef­sin huylarına uyabilir. Fenâdan sonra hâsıl olan Bekâda ise, geri dönmek câiz değildir. Behâüddîn-i Buhârî, (Vücûd-i adem, insanlık arzûlarına döner. Fekat, Vücûd-i fenâ, geriye hiç dönmez) sözünü, belki bunun için söylemişdir. Çünki, birinci Bekânın sâhibi, dahâ yoldadır. Yolda olan ge­ri dönebilir. İkincisi, müntehîdir, kavuşmuşdur. Kavuşan, geri dönmez. Bü­yüklerden biri, (Yolda olan döner. Kavuşmuş olan dönmez) buyurdu. Vücûd-i adem sâhibi, her ne kadar yolda ise de, nihâyet, bidâyetde yer­leşdirilmiş olduğu için, nihâyetde olanları bilir. Müntehînin, yolun sonun­da kavuşdukları, buna topluca tatdırılır. Bu nisbet, müntehîde bol oldu­ğundan, rûhuna da, bedenine de yayılır. Vücûd-i adem sâhibinde ise, yal­nız kalbindedir. Müntehîde yayılmış, dağılmışdır. O, insanlık sıfatlarına dönmez. Çünki, bu nisbetin, onun bedeninin her mertebesine yayılması, onun sıfatlarını yok etmiş, fânî yapmışdır. Bu (Fenâ), Allahü teâlânın bü­yük bir ni’metidir. Allahü teâlâ, azmıyan kulundan, ni’metini geri almaz. Vücûd-i adem sâhibi, böyle değildir. Bu nisbet, onun bedenine geçmemiş­dir. Böyle olmakla berâber, bedenin mertebeleri kalbe bağlı olduğu için, bu nisbet kalb yolu ile, bütün bedene de, toplu, kısa olarak geçer. Bede­nin isteklerini azaltır. Fekat, tâm yok edemez. Bunun için geri dönebilir. Çünki azalmış, yok olmamışdır. Yok olan, geri dönmez. Bu yüksek zinci­rin büyüklerinden birkaçı “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”, bidâyetdeki kendinden geçmeğe ve bundan sonra hâsıl olan bekâya (Fenâ) ve (Bekâ) demişlerdir. Bu mertebede, (Tecellî-i zâtî) olur. Hak teâlânın zâtı görünür de demişlerdir. Bu Bekânın sâhibine, (Vâsıl), kavuşmuş demişlerdir. De­vâmlı huzûr, müşâhede demek olan (Yâd-i dâşt) de, bu mertebede hâsıl olur sanmışlardır. Bütün böyle sözler, nihâyetin bidâyetde yerleşdirilmiş olmasından ileri gelmekdedir. Çünki, Fenâ ve Bekâ, yalnız müntehîye hâ­sıl olur. Ancak, müntehî kavuşmuşdur. Tecellî-i zâtî, yalnız buna olur. Al­lahü teâlânın devâmlı huzûru, ancak müntehî içindir. Çünki, o hiç geri dön­mez. Fekat, birinci söz de, bu bakımdan doğrudur. Sağlam bir görüşe dayanmakdadır. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr “kaddesallahü teâlâ sirrehül akdes” hazretlerinin (Fıkarât) kitâbındaki Fenâ ve Bekâ ve Tecellî-i zâ­tî ve Zât-i ilâhînin şühûdü ve vasl ve Yâd-i dâşt yazıları da, bunlar gibidir.