366 266-Mektub

O hâlde, ahkâm-ı ilâhiyye, teklîfât-ı ilâhiyye, aklın istediği birşeydir. Bundan başka, dünyânın, hayâtın düzeni, bu teklîfleri yapmakla olur. Al­lahü teâlâ, herkesi kendi başına bıraksaydı, kötülükden, karışıklıkdan başka birşey olmazdı. Allahü teâlânın harâm etmesi olmasaydı, nefsleri, keyfleri peşinde koşanlar, başkalarının mallarına, cânlarına, ırzlarına sal­dırır, fenâlıklar, karışıklıklar hâsıl olur, saldıran da, karşısındakiler de, zarar görür, helâk olurlardı. [Memleketlerin ma’mûrluğu, insanların râha­tı, ya’nî medeniyyet olmaz, insanlık, canavarlık şeklini alırdı. Bugün bile, Allahü teâlâyı inkâr eden, islâmiyyeti beğenmiyen, câhilliğin verdiği cesâ­ret ve taşkınlıkla öğünen cem’ıyyetlerin kanûnlarında, Allahü teâlânın emrlerinden çoğunun yer almış olduğu göze çarpıyor. Bütün insanların, din esâslarından uzaklaşdıkca, geçimsizlik, sefâlet, işkence, sıkıntı ile kıvran­dıkları görülüyor. Fen âletleri, medenî vâsıtalar, akllara hayret verecek şekl­de ilerlediği hâlde, dünyâdaki huzûrsuzluğun, insanlıkdaki sıkıntının azal­madığı, artdığı göze çarpıyor. Allahü teâlâ, insanların se’âdetlerine sebeb olan şeyleri emr etdi. Felâketlerine sebeb olanları yasak etdi. Dinli olsun, dinsiz olsun, bir kimse bilerek veyâ bilmiyerek, bu emr ve yasaklara uydu­ğu kadar, dünyâda râhat ve huzûr içinde yaşar. Fâideli ilâcı kullanan her­kesin derdden kurtulması gibidir. Dinsiz kimselerin ve milletlerin birçok işlerinde muvaffak olduklarını görüyoruz. Kur’ân-ı kerîme uygun olarak çalışdıkları için muvaffak oluyorlar. Fekat âhıretde de, se’âdete kavuşabil­mek için Kur’ân-ı kerîme îmân ederek, niyyet ederek uymak lâzımdır.] Be­kara sûresinin, (Ey akl sâhibleri, düşününüz! Kâtili öldürünüz diye verdi­ğim emrde ölüm değil, hayât olduğunu anlarsınız!) meâlindeki, yüzyetmiş­dokuzuncu âyeti, bu sözümüzün vesîkasıdır. Beyt:

Eğer hâkimin sopası olmasaydı, Serhoş kâfir, Kâ’be içine kusardı.

Şunu da söyliyelim ki, Allahü teâlâ, herşeyin sebebsiz, şartsız mâliki, he­pimizin sâhibidir. Bütün insanlar, Onun mahlûku, kullarıdır. Kullarına verdiği her emri ve herşeyi istediği gibi kullanması, hep yerindedir ve fâ­idelidir. Bunda, zulm, fesâd olamaz. Me’mûrlar, âmirlere, kullar sâhible­re emrlerin, işlerin sebebini soramaz.

Bütün insanları Cehenneme koyup, sonsuz azâb yapsaydı, kimin birşey söylemeğe hakkı olabilirdi? Çünki kendi yaratdığı, yetişdirdiği mülkünü kul­lanıyor. Başkası yok ki, onun mülküne tecâvüz olsun ve zulm denilebilsin. Hâlbuki, insanların kullandığı, öğündükleri mallar, mülkler, hakîkatde onların değil, hepsi Onundur. Bizim bunlara el uzatmamız, karışmamız, ha­kîkatde zulmdür. Allahü teâlâ, bu dünyânın düzeni için ve ba’zı fâidelere yol açması için, bunları bize mülk kılmış ise de, hakîkatde hepsi Onundur. O hâlde, bizim bunları, asl sâhibinin mubâh etdiği, izn verdiği kadar kul­lanmamız yerinde olur.

Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Allahü teâlâ tarafın­dan bizlere haber verdikleri herşey ve her emr doğrudur.

Kâfirlere ve îmân ile gidenlerden âsîlere, mezârda kabr azâbı olduğu­nu, Muhbir-i sâdık “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” haber vermişdir.