449 290-Mektub

Bundan sonra, kendimi ve âlemin her parçasını, hattâ her zerreyi, Hak teâlâ olarak gördüm. Bundan sonra âlemin her zerresini birer birer hep kendim gördüm. Kendimi onların herbiri olarak gördüm. Sonra, bütün âlemi, bir zerrede yok buldum. Sonra, kendimi ve her zerre­yi, o kadar geniş gördüm ki, bütün âlemi hattâ âlemin birkaç katını içim­de gördüm. Kendimi ve her zerreyi, her zerreye yayılmış, sızmış olan nûr gördüm. Âlemdeki şekller, sûretler, bu nûrda yok oldular. Sonra kendimi ve hattâ her zerreyi, bütün âlemi tutuyor, varlıkda durduruyor gördüm. Arz eyledim. Tevhîdde (hakk-ul-yakîn) mertebesi işte budur. (Cem’ul-Cem’) bu makâmdır, buyurdu. Önce, âlemin şekllerini, sûretlerini hep Hak teâ­lâ bulmuş olduğum gibi, bunlardan sonra, hepsini hayâl gördüm. Önce, Hak bulduğum her zerreyi, şimdi hep vehm ve hayâl buldum. Çok şaşırdım. Bu sırada, (Füsûs) kitâbındaki, kıymetli babamdan işitdiğim, (Bu âleme ister­seniz Hak deyiniz, isterseniz mahlûk deyiniz. İsterseniz, bir bakımdan Hak deyiniz ve başka bir bakımdan, mahlûk deyiniz. İsterseniz, ikisi ara­sını ayıramıyarak şaşkına döndüğünüzü söyleyiniz!) sözünü hâtırladım. Bu söz sıkıntımı giderdi. Bundan sonra yanlarına giderek arz eyledim. (Huzû­run dahâ sâf olmamışdır. Vazîfene devâm et de, var ile yok birbirinden tâm ayrılsınlar) buyurdu. Ayrılamıyacağını anlatan, (Füsûs)ün yazısını oku­dum. (Şeyh Muhyiddîn-i arabî “kaddesallahü sirrehül’azîz”, olgun bir Ve­lînin hâlini bildirmemiş. Birçoklarına göre de ayrılamazlar) buyurdu. Emr­lerine uyarak, verdikleri vazîfeye devâm etdim. Onların çok kıymetli yar­dımları ile, Allahü teâlâ, iki gün sonra, var ile yokun ayrıldığını gösterdi. Hakîkî varlığı, hayâl olandan ayrı buldum. Dışarda, bir varlıkdan başka, hiç­bir var görmedim. Kendilerine bunu bildirince, (Fark-ı ba’del-cem’) mer­tebesi, işte budur. Çalışmakla, buraya kadar varılabilir. Bundan ilerisi her­kesin yaradılışında bulunana uygun olarak ihsân olunur. Tesavvuf büyük­leri, bu mertebeye (Tekmîl makâmı) demişlerdir buyurdu.

Bu fakîri “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” ilk olarak, sekrden sahva ve Fenâdan Bekâya getirdikleri zemân, kendi bedenimin her zerresine bak­dığım zemân, Hak teâlâdan başka birşey bulamadım. Her zerremi, Onu gös­teren bir ayna gibi gördüm. Bu makâmdan, yine hayrete götürdüler. Ken­dime getirdiklerinde, Hak teâlâyı kendi vücûdümün, her zerresinde değil, her zerresi ile buldum. Önceki makâmı, ikinci makâmdan aşağı gördüm. Yi­ne hayrete daldırdılar. Kendime gelince, Hak teâlâyı, âlemle ne bitişik, ne ayrı, ne içinde, ne de dışında bulamadım. Önce bulmuş olduğum, berâber­lik, etrâfını çevirmek ve içine işlemek gibi şeylerin hepsi, şimdi yok oldu. Böyle olmakla berâber, yine öyle görüldü. Sanki his olunuyordu. Âlem de, o ânda görülmekde idi. Fekat, bu bağlantıların hiçbiri, Allahü teâlâda yokdu. Yine hayrete daldırdılar. Sahva getirdikleri zemân, Allahü teâlânın, âlem ile, önce görülen bağlılıklardan başka bir bağlılığı olduğu anlaşıldı. Bu, hiç anlaşılamıyan bir bağlılıkdır. Hak teâlâ, hiç anlaşılamıyan bir nisbet ile görüldü. Yine hayrete daldırdılar. Bu mertebede biraz kabz, sıkıntı hâsıl ol­du. Yine kendime getirdiklerinde, Hak teâlâ, o anlaşılamaz nisbetden baş­ka olarak göründü. Bu âlemle, anlaşılan ve anlaşılamıyan hiçbir nisbeti, bağ­lılığı yok idi. Âlem de böylece görülmekde idi. O ânda, öyle bir ilm ihsân olundu ki, bu ilm, Hak teâlâ ile mahlûklar arasında hiçbir bağlılık bırak­madı.