439 287-Mektub

Aranılandan bilgi edinemedi. O mekânda, anlayamamak, anlamakdır. Bilmediğini söylemek, bilmekdir. Allahü teâlâyı bilmemek, şaşıp kalmak, Onu tanımakdır.

TENBÎH: Yazılar arasında, Allahü teâlânın yerleşmesi veyâ Onda bir­şeyin yerleşmesi, Ona yaklaşmak anlaşılan kelimeler bulunursa, başka kelime bulunamadığı için olduğunu anlamalı. Böyle sözleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiklerine uygun olarak anlamalıdır.

MA’RİFET 10: İnsan, (Âlem-i sagîr)dir. İnsandan başka olan herşey (Âlem-i kebîr)dir. Âlem-i sagîr ve Âlem-i kebîr, Allahü teâlânın ismleri­nin ve sıfatlarının görüntüleridir. Zâtındaki kemâllerin ve şü’ûnün aynala­rıdır. Âlemler kapalı bir hazîne idi. Gizli bir defîne idi. Bunları meydâna çıkarmak diledi. Toplu iken açmak, yaymak istedi. Aslını göstermek için, özünü belli etmek için, âlemi yaratdı. Âlemin, kendi yaratanı ile biricik bağ­lılığı, Onun mahlûku olmasıdır. Başka hiçbir ilgisi yokdur. Onun büyüklü­ğünü, yüksekliğini, kemâllerini göstermekdedir. Bundan başka bağlılık söylemek, meselâ birleşmek, benzemek, etrâfını kuşatmak, berâber ol­mak gibi sözler, hep sekrden ve hâllerin kaplamasındandır. Hâlleri doğru olan büyükler “rahmetullahi aleyhim ecma’în”, sekrden kurtulmuş, sahve, şü’ûra kavuşmuşlardır. Böyle şeyler söylemezler. Söylemiş iseler, tevbe ve istigfâr ederler. Yolda ilerlerken, bunlardan birçoğuna böyle bilgiler hâsıl olur ise de, nihâyete kavuşunca, bu bilgiler yok olur. İslâmiyyete uygun olan ledünnî bilgiler ihsân olunur. Bunu iyi anlatabilmek için, şöyle benzetebi­liriz: Fen sâhibi, derin bir âlim, bilgilerini, fenlerini dışarı çıkarmak, anlat­mak isterse, harfler ve sesler kullanır. Bu harflerin ve seslerin içinde bilgi­lerini ortaya döker. Bu harfler ve sesler, bilgileri göstermekdedir. Âlimle hiçbir bağlılıkları yokdur. Yalnız, âlim bu harflerin sâhibidir. Bunlar da, onun yüksekliğini gösteren işâretlerdir. Harflere ve seslere, âlimin kendisidir, yâ­hud bilgilerin kendisidir denemez. Harfler ve sesler, bu bilgileri kaplamış­dır, berâberdir gibi şeyler de söylenemez. Bilgiler, âlimin kafasında oldu­ğu gibidir. Hiçbir değişikliğe uğramamışlardır. Evet, harflerle sesler, bun­ları göstermekde, bunlar da onlar ile gösterilmekdedir. Bu kadarcık bağ­lılık, aslı olmıyan birkaç şey hayâle getirir. Bu şeylerin âlimle ve bilgiler­le hiçbir ilgisi yokdur. Bu harfler ve sesler dışarda vardırlar, âlim ve onun bilgileri dışarda vardır, harfler, sesler ise, vehm ve hayâldir demek yanlış­dır. Bunun gibi (Mâ-sivâ) adı da verilen âlem, dışarda vardır. Bu varlık, bir görüntü ve asla bağlı olan bir varlık ise de, dışarda vardır. Âlem vehm ve hayâldir demek yanlışdır. Eski Yunan felsefecilerinden Sofistâî denilen bir­kaçı böyle söylemişdir. Böyle söyliyenlerin, âlem için bir hakîkat vardır de­meleri, âlemi vehm ve hayâl olmakdan kurtarmaz. O zemân, hakîkat var olmuş olur, âlem değil. Çünki, âlemi o hakîkatden başka bilmekdedirler.

[Allahü teâlâdan başka herşeye, ya’nî her mahlûka, (Âlem) veyâ (Mâ­sivâ) denir].

TENBÎH: Âlemin ismlere ve sıfatlara ayna olması demek, ismlerin ve sıfatların sûretlerine, görüntülerine ayna olması demekdir. Âlem, ismlerin ve sıfatların kendilerine ayna değildir. Çünki ism de, ismin sâhibi gibi, hiç

bir mertebe ile çevrilemez. Sıfat da, sıfatın sâhibi gibi hiçbir aynada görü­lemez. Fârisî beyt tercemesi:

Dar olan şekl ve sûret kabına ma’nâ nasıl sığar? Dilencinin kulübesinde, sultânın ne işi var?

MA’RİFET 11: O Serverin “aleyhissalâtü vesselâm” izinde gidenlerin bü­yükleri, Ona uydukları için, Onun için olan Tecellî-i zâtîden pay alırlar. Baş­ka Peygamberlere ise “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Te­cellî-i sıfât vardır. Tecellî-i zât, Tecellî-i sıfâtdan dahâ şereflidir. Fekat, şu­nu da bilmelidir ki, Peygamberlere “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vet­teslîmât” Tecellî-i sıfâtda, kurb mertebeleri hâsıl olmakdadır. Bu ümmetin büyüklerine, Tecellî-i zâtdan bir pay düşdüğü hâlde, bu mertebeler hâsıl ol­maz. Bunun benzeri şöyledir ki, bir kimse, güneşe âşık olarak, güneşe doğ­ru yükselse ve yaklaşsa, güneşle arasında ince bir perdeden başka uzaklık kalmasa, başka birisi de, güneşi çok sevse, fekat ona yaklaşmasa, güneşle arasında hiçbir perde olmasa, birincinin güneşe dahâ yakın olduğu ve onun üstünlüğünü dahâ iyi anlıyacağı meydândadır. Dahâ yakın olan ve ma’rife­ti dahâ çok olan, elbette dahâ üstündür. Bunun içindir ki, ümmetlerin en hayrlısı olan bu ümmetin Evliyâsından hiçbiri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” en üstün ise de, hiçbir Peygamberin derecesine yetişemez. Bu Velîye, kendi Peygamberini en üstün yapan üstünlüklerden, Ona uyduğu için, verilmiş ise de, Peygam­berler, her bakımdan üstündürler. Evliyâ, artık toplayıcıdırlar. Sözümüz bu­rada temâm oldu. Bundan dolayı ve bütün ni’metlerinden dolayı, Allahü te­âlâya hamd olsun! Peygamberlerin en üstününe ve hepsine ve mukarreb me­leklere ve Sıddîklara ve şehîdlere ve sâlihlere salât ve selâm olsun!