438 287-Meektub

(Ef­râd)ın kavuşduğu kurba, (Aktâb) kavuşamaz. Fekat ikisi de, zâtın tecellî­sine kavuşur. Bunlar belki kutb demekle, (Kutb-i ebdâl) demek istemişler­di. Çünki bu kutb, İsrâfîl aleyhisselâmın zılli üzerindedir. Muhammed aleyhisselâmın zılli üzerinde değildir.

MA’RİFET 9: Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, Âdemi kendi sûretinde ya­ratdı) buyurdu. Allahü teâlâ, madde değildir. Benzeri yokdur. Nasıldır de­nilemez. Âdemin rûhu, kendi hulâsası, özüdür. Allahü teâlâ, Âdemin rûhu­nu bilinemez, nasıldır denilemez olarak yaratdı. Allahü teâlâ mekânsız olduğu gibi, rûh da mekânsızdır. Rûh da madde değildir. Rûhun bedene bağ­lılığı, Allahü teâlânın âlem ile olması gibidir. Ne içindedir, ne dışındadır. Ne bitişikdir, ne ayrıdır. Yalnız onu varlıkda durdurmakdadır. Bedenin her zer­resini diri tutan rûhdur. Bunun gibi, âlemi varlıkda durduran, Allahü teâ­lâdır. Allahü teâlâ, bedeni rûh vâsıtası ile diri tutmakdadır. İnsana gelen her feyz, önce rûha gelir. Rûhdan bedene yayılır. Rûh nasıl olduğu anlaşılmaz olarak yaratılmış olduğu için, hiç anlaşılamıyacak olan Allahü teâlâ onda yerleşmekdedir. Hadîs-i kudsîde, (Yere ve göke sığmam. Fekat mü’min ku­lumun kalbine sığarım) buyurdu. Çünki, yer ve gök çok geniş olmakla be­râber maddedirler. Mekânlıdırlar. Birşeye benzetilebilirler. Nasıl oldukla­rı anlaşılır. Mekânsız olan, nasıl olduğu bilinmiyen mukaddes varlık, bun­larda yerleşemez. Mekânsız olan, mekânda yerleşmez. Benzeri olmıyan, ben­zeri olanla bir arada bulunmaz. Mü’min kulun kalbi ise, mekânsızdır. Na-sıl olduğu anlaşılamaz. Bunun için, burada yerleşir. Mü’minin kalbi denil­di. Çünki kâmil, olgun mü’minlerden başkasının kalbi mekânsızlık derece­sinden aşağı düşmüşdür. Mekânlı ve maddeli şeylere karışmışdır. Onlar gi­bi olmuşdur. Böyle düşmekle ve maddeli varlıklar gibi olmakla, onlardan sayılmışdır. Anlaşılacak hâle gelmişdir. Anlaşılamıyanı yerleşdirmek gücü kalmamışdır. A’râf sûresinin yüzyetmişsekizinci âyetinde meâlen, (Onlar, hayvan gibidir. Belki hayvandan dahâ sapıkdır) buyuruldu. Tesavvuf büyük­leri arasında “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kalbinin geniş olduğu­nu söyliyenler, kalbinin mekânsız olduğunu anlatmışlardır. Çünki, mekân­lı ne kadar geniş olsa da, yine dardır. Arş, madde âleminin en büyüğü, en genişidir. Fekat, mekânlı olduğundan, mekânsız olan rûha göre, hardal dânesi gibi kalır. Belki dahâ da küçükdür. Şunu da söyleriz ki, mü’minin kal­bi, sonsuz olan nûrların tecellî yeridir. Belki, sonsuz olanla bâkî olmuşdur. Arş, içindekilerle birlikde, bu kalbin içinde, yok gibi kalırlar. Eserleri, iz­leri bile kalmaz. Seyyid-üt-tâife Cüneyd-i Bağdâdî, bunu anlatırken, (Hâ­dis, kadîme yaklaşınca, izi, eseri bile kalmaz) buyurdu. Bu, rûh için dikil­miş bir elbisedir. Melekler de, buna kavuşamaz. Melekler de maddedir. Me­kânlıdır. Nasıl olduğu anlaşılabilir. Bu bilgilerden insanın nasıl (Halîfe-i Rah­mân) olduğu anlaşılır. Birşeyin sûreti, onun halîfesidir, vekîlidir. Birşey onun sûretinde yaratılmazsa, onun halîfesi olamaz. Halîfe olmağa yakışmıyan, emânet yükünü taşıyamaz. Sultânın hediyyelerini, ancak onun hayvanları taşır. Ahzâb sûresinin yetmişikinci âyetinde meâlen, (Emâneti göklere ve yere ve dağlara bildirdik, yüklenmek istemediler. Ondan çekindiler. Onu in­san yüklendi. İnsan zâlim oldu. Câhil oldu) buyuruldu.

İnsan kendine çok zulm etdi. Varlığından ve kendi ile birlikde var olan­lardan bir iz, bir eser kalmadı. Çok câhil oldu. Çünki, maksadı kavrıyama­dı.