419/420 285-Mektub

Tesavvuf büyüklerinden birçoğu, rûh makâmına varınca, onu Arşın üs­tünde buluyorlar. Rûhun tenzîhini [ya’nî, maddelere benzememesini], Al­lahü teâlânın tenzîhi sanıyorlar. Rûh makâmının bilgilerini, ma’rifetlerini, ince, gizli şeyler zan ediyorlar. Allahü teâlânın Arş üstünde istivâsını an­ladık diyorlar. Hâlbuki onların gördükleri nûr, rûhun nûrudur. Bu fakîr “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”de, bu makâm hâsıl olunca, şaşırıp kal­mışdım. Bereket versin, Allahü teâlânın yardımı imdâdıma yetişerek, bu tehlükeden kurtarılmışdım. O nûrun, rûhun nûru olduğunu, Allahü teâlâ­nın nûru olmadığını anlamışdım. Bize bu doğru yolu gösteren Allahü teâ­lâya hamd olsun! Allahü teâlâ, bize doğru yolu göstermeseydi biz onu bu­lamazdık. Rûh, mekânsız olduğu için, anlaşılamıyacak bir mahlûk olduğu için, insanı şaşırtmakdadır. Doğruyu açığa çıkaran Allahü teâlâdır. Doğru yolu gösteren ancak Odur.

Bunlardan birkaçı, Arşın üstündeki rûhun nûru ile nûrlanarak geri dö­nerler ve onunla Bekâ hâsıl ederler. Kendilerini, teşbîh ile tenzîhi birlik­de taşıyor sanırlar. Bu nûru kendilerinden ayrı bulurlarsa, cem’den sonra fark, ya’nî birleşdikden sonra ayrılmak makâmına kavuşduklarını sanırlar. Tesavvufcuların böyle yanılmaları çok olmuşdur. İnsanı böyle yanılmakdan ve korkulu yerlerden koruyan ancak Allahü teâlâdır.

Rûh, bu madde âlemine göre, her ne kadar maddesiz ve anlaşılamıyacak ise de, hiç anlaşılamıyana göre anlaşılır olmakdadır. Sanki bu madde âle­mi ile, hiç maddesiz olan mukaddes varlık arasında bir geçid gibidir. Bunun için, her ikisine de yakınlığı vardır. Her iki bakımdan da incelenebilir. Hiç­birşeye hiç benzemiyen varlık ise böyle değildir. Maddeli varlıkların, aklın, anlayışın, Ona hiçbir bağlılığı yokdur. Bundan dolayı sâlik, rûhun bütün ma­kâmlarını geçmedikce, o isme varamaz. Görülüyor ki, önce göklerin her ta­bakasını ve Arşı geçmek lâzımdır. Madde âleminden büsbütün çıkmalıdır. Bundan sonra mekânsız, maddesiz olan (Âlem-i ervâh) mertebeleri de aşılmalıdır. Bundan sonra bu isme varılabilir. Fârisî beyt tercemesi:

Efendi, yükseldim, kavuşdum sanıyor, Kendini beğenmiş, yerinde sayıyor.

Allahü teâlâ, mahlûklara benzemekden çok uzakdır. O ötelerin ötesi, da­hâ ötesidir. Bu (Âlem-i halk) denilen madde, ölçü âleminin ötesi (Âlem-i emr)dir. Âlem-i emrin ötesi, ismlerin ve şü’ûnların zıllerinin ve asllarının top­luca ve ayrı ayrı mertebeleridir. Bu zıl ve asl ve mahlûklar ve ilâhî ve toplu ve ayrı ayrı bütün mertebelerin ötesinde hakîkî matlûbu aramalıdır. Böyle ara­mak ni’metini acabâ kime ihsân ederler? Hangi tâli’liyi bu se’âdetle şereflen­dirirler? Bu Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, dilediğine verir. Allahü te­âlâ, büyük ihsân sâhibidir. Çok yüksekleri istemelidir. Yolda ele geçenlerle oyalanmamalıdır. Bunların ötesini aramalıdır. Arabî beyt tercemesi:

Sevgiliye kavuşmak, ele geçer mi acabâ? Yüksek dağlar ve korkunç tehlükeler var arada!

TENBÎH 2: Sonsuz kavuşmak ve devâmlı vakt, ancak mutlak Fenâdan sonra, Bekâ-billah ile şereflenen kimseye nasîb olur. Bunun (İlm-i husûlî)si, (İlm-i huzûrî)ye dönmüşdür. Bu sözümüzü dahâ açıklıyalım: Bir kimsenin, kendi dışında bulunan birşeyi bilmesi için, o şeyin görüntüsünün zihnde hâ­sıl olması lâzımdır. Görüntü hâsıl olmaksızın bilmeğe, (İlm-i huzûrî) denir. İnsan kendisini, ilm-i huzûrî ile bilir. Çünki kendisi, kendi zihninde vardır. (İlm-i husûlî)de, bilinen şeyin görüntüsü zihnde bulundukca, o şey bilinir. Zihndeki sûret yok olunca, o şey unutulur. Bundan dolayı, ilm-i husûlî de­vâmlı olamaz. İlm-i huzûrî böyle değildir. Bilinen şey, hiç unutulmaz. İn­san kendisini, ilm-i huzûrî ile bilmekdedir. Kendisi zihnde hep var olduğun­dan, insan kendini hiç unutmaz. Bekâ-billah, ilm-i huzûrî ile olur. Hiç unutulmaz. Bunu yanlış anlamamalıdır. Bekâ-billah, kendini Hak bul­makdır sanmamalıdır. Tesavvufculardan birkaçı burada yanıldı. (Hakk-ul­yakîn)in böyle olduğunu sandı. Öyle değildir. Tâm Fenâdan sonra hâsıl olan Bekâ-billahın böyle bilgileri yokdur. Onların söyledikleri hakk-ul-yakîn, cezbede hâsıl olan Bekâ-billah ile uygundur. Bizim bildirdiğimiz Bekâ ise başkadır. Fârisî mısra’ tercemesi:

Bu şerâbı tatmadıkca, tadını anlıyamazsın!

Görülüyor ki, Bekâ-billah devâmlıdır. Burada unutmak hiç olmaz. Be-kâ-billah hâsıl olmadıkca devâm olamaz. Çoklarına ve hele Ebû Bekr-i Sıd­dîkdan gelen yolda olanlara, bu makâma yetişmeden önce, devâmlı görü­nür ise de doğrusu, bizim bildiğimizdir. İşin içyüzü, bize bildirilen gibidir. Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir. Herkesin dönüşü Onadır. Geç­mişde ve gelecekde her hamd, âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâ içindir. Onun Resûlüne devâmlı ve sonsuz düâlar ve selâmlar olsun!