417 285-Mektub

Simâ’a, vecde ihtiyâcları yokdur. Simâ’ yeri­ne ibâdetlerden istifâde ederler. Asldan aldıkları nûrlar, yüksek makâm­lara çıkmış gibi fâide verir. Simâ’ ve vecde düşkün olan taklîdciler, bunla­rın yüksek şânlarını bilmedikleri için kendilerini âşık, bunları zâhid sanır­lar. Aşk ve muhabbet yalnız raksda, vecdde bulunur derler.

Sona kavuşanlardan birçokları da vardır ki, (Seyr-i ilallah) yolculu­ğundan ve (Bekâ-billah) makâmına kavuşdukdan sonra, bunlara kuvvet­li cezbe ihsân ederler. Kanca takıp çeker gibi sürüklerler. Orada soğukluk bulaşmaz. Gevşeklik gelmez. Yükselmek için, şaşılacak şeylere ihtiyâcla­rı yokdur. Bunların dar olan halvetlerine simâ’ ve nağme yanaşamaz. Vecd ve tevâcüd ile ilişikleri yokdur. Yetişebilecek en son mertebeye çekilir, ulaş­dırılırlar. O Servere “aleyhissalevâtü vetteslîmât vettehıyyât” uymak sâye­sinde, O Servere “sallallahü aleyhi ve sellem” mahsûs olan makâmdan pay alırlar. Böyle kavuşmak ancak (Efrâd) denilen seçilmişlere nasîb olur. (Kutb)lar da, bu makâmdan pay alır. Ancak Allahü teâlânın ihsânı ile, so-nun sonuna kavuşan bir seçilmişi, bu âleme geri çevirirlerse ve yaradılış­da uygun olanları yetişdirmek vazîfesi buna verilirse, nefsini kulluk makâ­mına indirirler. Rûhu, nefsden ayrı olarak, Allahü teâlâya doğru olur. İş­te bu, ferdiyyet kemâllerine sâhibdir. Kutbların yetişdirme yetkisine mâ­likdir. Burada, Kutb dediğimiz, (Kutb-i irşâd)dır. (Kutb-i evtâd) değildir. Zıl makâmlarının bilgileri ve asl makâmlarının ma’rifetleri kendisine ve­rilmişdir. Dahâ doğrusu, onun makâmında, ne zıl vardır, ne de asl vardır. Zılden, asldan ileri geçmişdir. Böyle bir kâmil ve mükemmil çok ender ye­tişir. Asrlardan, uzun yıllardan sonra, bir dâne bulunursa, yine büyük ni’metdir. Herşey onunla nûrlanır. Onun bir bakışı, kalb hastalıklarını gi­derir. Bir teveccühü, beğenilmiyen kötü huyları silip süpürür. Urûc makâm­larının hepsinden dahâ yukarıya çıkmış kulluk makâmına inmişdir. İbâdet etmekde râhat bulmuşdur. Vilâyet makâmlarının en üstünü olan (Abdiy­yet) makâmında yerleşen seçilmişleri de vardır. (Mahbûbiyyet mansa­bı)na kâbiliyyet de buna verilir. Bu ise, Vilâyet mertebesinin bütün kemâl­lerini taşımakda ve da’vet derecesi makâmlarının hepsini içine almakda­dır. (Vilâyet-i hâssa)dan ve (Nübüvvet makâmı)ndan pay almakdadır. Onun şânını şu mısra’ kısaca bildirmekdedir. Fârisî mısra’ tercemesi:

Bütün güzellerde bulunan, yalnız sende vardır!

Başlangıcda olanlara, vecd ve simâ’ zararlıdır. Yükselmesine engel olur. Şartlarına uygun olsalar da zararlıdırlar. Simâ’ın şartları, bu mektûbun so­nunda, inşâallah bildirilecekdir. Bunun vecdi bozukdur. Hâl kaplaması suç­dur. Hareketleri tabî’îdir. İsteklerine, nefsinin şehvetleri karışmışdır. Başlan­gıcda olan, mübtedî denilenler, (Erbâb-i kulûb) olmıyanlardır. Erbâb-i ku­lûb olanlar yoldakilerdir. Mübtedî ile müntehî arasında bulunanlardır. Mün­tehî demek, sona varmış, (Fânî-fillah) ve (Bâkî-billah) olmuş demekdir. Bunun da dereceleri vardır. Kavuşmanın da mertebeleri vardır. Her derece, her mertebe, birbirinin üstündedir. Bu mertebeler sonsuzdur. Kavuşmakla bitmez, tükenmez. Simâ’, yoldakilere ve müntehîlerin birkaçına fâidelidir. Bunu, yukarıda bildirmişdik. Şunu da bildirelim ki, Erbâb-i kulûb, simâ’sız olamaz demek istemiyoruz. Cezb olunmıyanlar, [çekilmekle şereflenmi­yenler], sıkı riyâzetler, ağır mücâhedeler yardımı ile ilerliyebilirler.