416 285-Mektub

Hadîs-i şerîfde, (Gözümün nûru ne­mâzdadır) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, belki çok seyrek olan bu hâlleri gös­termekdedir. Başka bir hadîs-i şerîfde, (Kulun Rabbine en yakın olduğu ze­mân, nemâzdaki zemânıdır) buyuruldu. Alak sûresi ondokuzuncu son âyetinde meâlen, (Secde et, Rabbine yaklaş!) buyuruldu. Allahü teâlâya ya­kınlık çok olduğu zemân, başkalarının bulunması, araya karışmaları da o kadar azalır. Bu hadîs-i şerîf ve bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, o vakt, ne­mâzda olan vaktdir. Vaktin devâmlı ve kavuşmanın aralıksız olduğu, tesav­vuf büyüklerinin söz birliğinden de anlaşılmakdadır. Zünnûn-ı Mısrî buyu­ruyor ki, (Geri dönen, yalnız yoldan dönmüşdür. Kavuşan, geri dönmez).

(Yâd-i dâşt), devâmlı huzûr demekdir. Her ân Allahü teâlânın huzûrun­da olmakdır. Bu ni’met, bu yolun büyükleri olan, Hâcegân “kaddesallahü teâlâ ervâhahüm ve esrârehüm” hazretlerinin yolunda çalışanların eline geç­mekdedir. Vaktin devâmlı olduğunu inkâr etmek, sona varamamayı göste­rir. Büyüklerden birkaçı, meselâ ibni Atâ ve benzerleri “rahmetullahi te­âlâ aleyhim ecma’în”, (Allahü teâlâya kavuşdukdan sonra, beşeriyyet hâl­lerine dönülebilir) demişdir. Bu sözden, vaktin devâmsızlığı anlaşılır. Fe­kat, sözlerine dikkat edilirse, (Dönülebilir) diyorlar. (Dönenler vardır) de­miyorlar. Çünki, insanlık sıfatlarına dönen hiç olmamışdır. Böyle olduğu­nu erbâbı iyi bilir. Buradan anlaşıldı ki, tesavvuf büyükleri, vâsıl olanın ge­riye dönmiyeceğini sözbirliği ile bildirmişdir. Bu sözbirliğinden ayrılan birkaç kişi, dönmek câizdir demişdir.

Sona varanlardan birçokları yüksek derecelerden bir dereceye kavuş­dukdan ve (Cemâl-i ilâhî)yi müşâhede hâsıl oldukdan sonra, kendilerine soğukluk ve gevşeklik hâsıl oluyor. Böylece kavuşdurucu mertebelere yükselmeleri duruyor. Bunların dahâ kavuşduracak konakları aşması lâzım­dı. Yaklaşdıran derecelerin hepsini geçmemişlerdi. Bu soğuklukla berâber, yükselmek, yaklaşmak arzûsundadırlar. İşte bu vakt simâ’ bunlara fâide ve­rir. Harâretlerini, enerjilerini artdırır. Simâ’ yardımı ile yaklaşdırıcı mer­tebelere yükselir. Sükûnet buldukdan sonra, bu mertebelerden geri döner­ler. Fekat inerken, o makâmlardaki hâllerini gayb etmezler. Bu vecd, bu bu­luş, gayb etdikden sonra olan buluş değildir. Çünki vuslatı, huzûru hiç gayb etmezler. Her ân kavuşmuş oldukları hâlde, kavuşdurucu konaklara yükselmeleri içindir. Sona gelenlerden vâsıl olanların simâ’ları, vecdleri de böyledir. Fenâ ve Bekâya kavuşanlara cezbe verirler. Lâkin soğuklukları, gevşeklikleri olduğu için, yüksek konaklara çıkabilmek için, yalnız cezbe iş göremez. Simâ’ da lâzım olur.

Tesavvuf büyüklerinden birçokları da “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”, vilâyet derecesine kavuşdukdan sonra, nefsleri kulluk makâmına iner. Rûhları, kendi makâmlarında cenâb-ı Hakka karşıdır. Kulluk makâmında bulunan nefs-i mutmeinneden her zemân rûha yardım gelir. Rûh bu yardı­mı ile matlûba âşina olur. Bu büyükler, ibâdetle râhat ederler. Kulluk va­zîfelerini görmekle sükûnet bulurlar. Yükselmek arzûları azdır. İslâmiyye­te uymak nûru ile parlamışlardır. Kalb gözleri, sünnete uymak sürmesi ile kuvvet bulmuşdur. Bunun için, keskin görüşlüdürler. Uzakdan öyle şeyler görürler ki, yakında olanlar onları göremez. Yükselmeleri az ise de, nûr­ları çokdur. Aslın nûrları ile aydınlanmışlardır. Bu makâmlarında iken şânları, kıymetleri büyükdür.