407/408 277-Mektub

 277

İKİYÜZYETMİŞYEDİNCİ MEKTÛB

Bu mektûb, molla Abdül-Hay için yazılmışdır. (İlm-ül-yakîn) ve (Ayn­ül-yakîn) ve (Hakk-ul-yakîn) bildirilmekdedir:

Allahü teâlâ, size herşeyin hakîkatini, doğrusunu bildirsin! Allahü te­âlânın zâtını, kendisini tanımakda (İlm-ül-yakîn) demek, Onun kudretini gösteren âyetleri, alâmetleri görmekdir. Bu âyetleri (Basîret) ile ya’nî kalb gözü ile görmeğe (Seyr-i âfâkî) derler. Zât-i ilâhînin şühûdü ve huzû­ru ise, yalnız (Seyr-i enfüsî) ile ilerlemekde olur. Bu seyr, sâlikin kendin­de olan ilerlemekdir. Fârisî beyt tercemesi:

Ömür boyu yol alsa, hep seyr eder kendinde.

Sâlikin kendi dışında olan müşâhedeleri, Allahü teâlânın zâtını bildiren, işâretleri, alâmetleri görmekdir. Allahü teâlânın kendisini müşâhede etmek demek değildir. Hakâık-ı Kur’âniyyeyi bilenlerin başı ve Âriflerin büyü­ğü, islâm dînine yardım edenlerin önderi olan hâce Ubeydüllah “kuddise sirruhül akdes” buyurdu ki, (Seyr, ya’nî ilerlemek, iki dürlüdür: Doğru üze­rinde seyr ve dâire üzerinde seyr. Doğru üzerinde seyr, uzaklarda dolaşmak­dır. Dâire üzerinde seyr ise, yaklaşmakdır. Bir doğru üzerinde seyr, dileği kendi dâiresinin dışında aramakdır. Dâire üzerinde seyr ise, kendi kalbi­nin etrâfında dönmekdir ve dileği kendinde aramakdır). Görülüyor ki, his edilen veyâ Âlem-i misâlde görülen, şekllerden herhangi biri olan ve nûr­lar, ışıklar gerisinde bulunan tecellîler, görünmeler hep (İlm-ül-yakîn) hâ­sıl eder. Her ne şekl olursa olsun ve nasıl nûr olursa olsun, renkli nûr olsun, renksiz nûr olsun, sınırlı olsun veyâ sonsuz olsun, bütün dünyâyı doldur­sun veyâ doldurmasın, nûrların ve şekllerin hepsi, ilm-ül-yakîn içindedir. Mevlânâ Abdürrahmân-i Câmî “kuddise sirruhüssâmî” hazretlerinin (Le­me’ât) kitâbındaki beytlerden fârisî bir beytin tercemesi:

Ey dost! Seni her yerde ararım, Her an senden haberler sorarım.

beytini açıklarken buyuruyor ki: (Bu beyt, dostu, âfâkda ya’nî insanın dı­şında görmeği haber veriyor. İlm-ül-yakîni bildiriyor). Bu şühûd, mak­saddan, dilekden haber vermediği için, Onun huzûrunu, ancak işâretlerle ve düşüncelerle hâsıl etdiği için, ateşi bildiren dumanın ve harâretin şühû­dü gibidir. Bunun için, bu şühûd, ilm-ül yakînden ileri gidemez. (Ayn-ül­yakîn) bilgisi hâsıl edemez. Sâlikin varlığını yok edemez.

Ayn-ül-yakîn ise, ilm-ül-yakîn ile bilindikden sonra, Allahü teâlâyı mü­şâhede etmekdir. Bu şühûd, sâlikin varlığını yok eder. Bu şühûd çoğalın­ca, sâlikin te’ayyünü büsbütün yok olur. Kendi te’ayyününden hiçbirşeyi müşâhede etmez. Ya’nî kendini müşâhedede fânî olur. Bu (Tâife-i aliyye) “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” arasında bu şühûde (İdrâk-i basît) denir.

(Ma’rifet) de derler. Bu idrâk, câhillerde de, yüksek olanlarda da vardır. Fe­kat, birbirlerine benzemez. Yüksek olanlarda mahlûkların şühûdü, Alla­hü teâlânın şühûdüne mâni’ olmaz. Belki onlar, Allahü teâlâdan başka hiç­birşeyi müşâhede etmezler. Câhillerde böyle değildir. Mahlûkların şühû­dü, Hak teâlânın şühûdüne mâni’ olur. Bu şühûdden haberleri olmaz. Bu­nu idrâk etmezler. Bu ayn-ül-yakîn, ilm-ül-yakîni örter. Önceden ilm-ül-ya­kîn de, ayn-ül-yakîni örtüyordu. Bu şühûd hâsıl olunca şaşkınlık ve bilgi­sizlik olur. İlm kalmaz. Büyüklerden birkaçı “kaddesallahü teâlâ sirreh” bu­yurdu ki, (İlm-ül-yakîn, ayn-ül-yakîni örter. Ayn-ül-yakîn de ilm-ül-yakî­ni örter). Yine buyurdular ki, (Tâm ma’rifet hâsıl olduğunu anlamak için, kendi sırrına bakmak ve orada hiçbir bilgi bulmamak lâzımdır. Böyle olan kimsenin ma’rifeti tâmdır. Ma’rifetin bundan ötesi yokdur). Büyüklerden birkaçı da “kaddesallahü teâlâ esrârehümül aliyye” buyurdu ki, (Allahü te­âlâyı en çok tanıyan ârifin, Allahü teâlâyı bilmesi çok az olur, hayrete dü­şer. Şaşırır kalır).

(Hakk-ul-yakîn) demek, yakîn ya’nî anlamak kalmadıkdan ve ârif yok oldukdan sonra, Allahü teâlâyı müşâhede etmekdir. Ammâ ârifin Hak te­âlâyı şühûdü, Hak teâlâ iledir “celle ve alâ”. Kendi müşâhedesi değildir. Sul­tânın eşyâsını ancak kendi vâsıtaları taşır. Hakk-ul-yakîn bilgisi, (Bekâ-bil­lah) makâmında hâsıl olur. Hadîs-i kudsîde, (Benimle işitir ve benimle gö­rür) buyuruldu ki, bu makâmı göstermekdedir. Sâlikde tâm Fenâ hâsıl ol­dukdan, Zât-i ilâhîde ve sıfatlarında fânî oldukdan ya’nî zâtdan ve sıfatla­rından başka herşeyi unutdukdan sonra, Allahü teâlâ sâlike yeni bir vücûd, varlık ihsân eder. Onu şaşkınlıkdan, şü’ûrsuzlukdan kurtarır. Şü’ûr ve uyanıklık verir. İhsân olunan bu varlığa (Vücûd-i mevhûb-i Hakkânî) de­nir. Bu makâmda, ilm-ül-yakîn ile ayn-ül-yakîn birbirini perdelemez, ört­mez. Şühûd ile birlikde ilm vardır. İlm var iken de, müşâhede etmekdedir. Ârif bu makâmda kendi te’ayyününü Hak teâlâ sanmışdır. Kendisinin mahlûk olan te’ayyünü olduğunu anlamamışdır. Çünki, hiçbir mahlûku mü­şâhede etmemekdedir. Tecelliyât-i sûriyyede kendi te’ayyünlerini ve sûret­lerini, Hak teâlâ olarak tanımakdadır. Onlar kendisinin mahlûk olan te’ay­yünleridir. Bu te’ayyünlerinde fânî olmadığı için bunların müşâhedesini, Şü­hûd-i Hak sanmakdadır. Bu nerde, o nerde? Toprak için olan nedir, herşe­yin sâhibi için olanlar nedir?

Câhiller bu sözleri işitince, (Tecellî-i sûrî) ile (Hakk-ul-yakîn)in birbir­lerinden başka olmadığını sanırlar. Her ikisi de kendini Hak teâlâ sanmak­dır. Fekat ârif, Tecellî-i sûrîde kendi sûretine, şekline (Ben) der. Hakk-ul­yakînde ise, kendi hakîkatine, özüne (Ben) der. Tecellî-i sûrîde Hak teâ­lâyı kendi görür. Bu makâmda ise, Hak teâlâyı Hak teâlâ ile görür. Ken­disi göremez. Görülüyor ki, Tecellî-i sûrîde şühûd sözü bir bakımdan söylenebilir. Çünki, Hak teâlâ ancak Hak teâlâ ile görülebilir. Bu da, hakk-ul-yakîn mertebesindedir. Burada şühûd demek, tâm yerinde olur. Zemânımızdaki birkaç şeyh, bu inceliği ve ayrılığı anlamadıkları için ve ya­kînlik deyince, maddelerin birbirine yakın olmasını düşündükleri için, din büyüklerine dil uzatıyorlar. Hakk-ul-yakîni yukarda açıkladığımız gi­bi bildirenleri kötülüyorlar. Allahü teâlâyı tanımak, Tecellî-i sûrîde hâsıl olur diyorlar. Hâlbuki Tecellî-i sûrî sülûkün ya’nî bu yolculuğun başlan­gıcında hâsıl olmakdadır. Onlar buna hakk-ul-yakîn diyorlar. Hâlbuki hakk-ul-yakîn, yolun sonunda ele geçebilir. Onların yolun sonunda kavuş­dukları ve hakk-ul-yakîn dedikleri, bize yolun başında Tecellî-i sûrî ola­rak hâsıl olmakdadır. Allahü teâlâ, dilediğini doğru yola kavuşdurur. Ves­selâm.