404 276-Mektub

276
İKİYÜZYETMİŞALTINCI MEKTÛB

Bu mektûb, meyân şeyh Bedî’uddîne yazılmışdır. Kur’ân-ı kerîmdeki muhkem ve müteşâbih olan âyet-i kerîmeleri bildirmekdedir:

Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin en üs­tünü olan Muhammed aleyhisselâma “aleyhi ve aleyhim ve alâ âlihi ve es­hâbihittayyibînettâhirîn ecma’în” salât ve selâm olsun! Allahü teâlâ, bizi ve sizi ilmde râsih olanlardan eylesin!

Kardeşim! Allahü teâlâ, kendi kitâbını ikiye ayırdı. (Muhkemât) ve (Müteşâbihât). Bunlardan birincisi, islâmiyyet bilgilerinin ve ahkâmının kay­nağıdır. İkincisi, hakîkatlerin ve sırların hazînesidir. El, yüz, ayak, baldır, parmaklar ve parmak uçları, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde yazılı­dır. Bunların hepsi, müteşâbihâtdandır. Bunlar gibi, Kur’ân-ı kerîmdeki sû­relerin başında bulunan harfler de müteşâbihâtdandır. Bunların ne de­mek olduğu, yalnız (ulemâ-i râsihîn) denilen büyüklere bildirilmişdir. Âyet-i kerîmedeki (El) kelimesinin, kudret demek olduğunu ve (Yüz) ke­limesinin zât demek olduğunu sanmayınız! Bunlar çok gizli, derin bilgiler­dir. En yüksek olanlara bildirilmişdir. Sûrelerin başındaki (Hurûf-i mukat­ta’ât) denilen harfler ile ne bildirildiği nasıl anlatılabilir? Çünki bunların her harfi, âşık ile ma’şûk arasındaki gizli esrârın denizleridir. Sevenle sev­gilinin ince işâretlerinden örtülü birer işâretdir. Muhkemât, her ne kadar Kur’ân-ı kerîmin temelleridir. Fekat, bunların meyveleri ve netîceleri olan müteşâbihât, Kur’ân-ı kerîmin maksadları, gâyeleridir. Temel, binâyı tut­makdan başka birşeye yaramaz. Netîceleri, meyveleri elde etmek için vâ­sıtadan başka birşey değildir. Bundan dolayı, Kur’ân-ı kerîmin özü müte­şâbihâtdır. Kur’ân-ı kerîmdeki muhkemât ise, bu özün, bu çekirdeğin ka­buğudur. Müteşâbihât, şifre ile, işâret ile, aslı, özü bildiriyor. Ulûhiyyet mer­tebesinin inceliklerini haber veriyor. Muhkemât böyle değildir. Müteşâbi­hât, hakîkatlerdir. Muhkemât ise, müteşâbihâtın yanında, o hakîkatlerin sû­retleri, görünüşleridir. Kur’ân-ı kerîmdeki bilgilerin özü ile kabuğunu ve hakîkati ile sûretini birlikde elde edebilen âlime (Âlim-i râsih) denir. Zâ­hir âlimleri, bu ilmlerin yalnız kabuğunu öğrenirler. Yalnız muhkemâtı bilirler. (Ulemâ-i râsihîn) ise, muhkemât bilgilerini elde etdikden sonra, mü­teşâbihât ile ne denilmek istenildiğini anlarlar. Sûret ile hakîkati, ya’nî muh­kem ile müteşâbihi birleşdirirler. Fekat, muhkemâtı öğrenmeden ve muh­kemâtın emrlerini ve yasaklarını yapmadan, müteşâbihâte ma’nâ verme­ğe kalkışan ve sûreti bırakarak hakîkati arıyan kimse, câhildir, hem de ken­di cehâletini anlamıyan kara câhildir. Doğru yoldan çıkmışdır da, kendi sa­pıklığından haberi yokdur. Bu dünyâda sûret ile hakîkatin bir arada bulun­duğunu bilmiyor. Bu dünyâ durdukça, hiçbir hakîkat, sûretden ve şeklden ayrılmaz. Hicr sûresinin doksandokuzuncu âyetinde meâlen, (Sana yakîn gelinceye kadar, Rabbine ibâdet et) buyuruldu. Burada yakîn demek, mevt, ya’nî ölüm olduğunu, tefsîr âlimleri bildirmekdedir. Allahü teâlâ, bu âyet-i kerîmede, ölüm gelinceye kadar ibâdet yapılmasını emr etmekdedir. Ölüm de, bu dünyânın sonu demekdir. Çünki hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, ölünce, onun kıyâmeti kopmuş olur) buyuruldu. Âhıret hayâtında hakîkat­ler meydâna çıkacakdır. Orada sûretler hakîkatlerden ayrılacakdır. Dün­yâ hayâtı başkadır. Âhıret hayâtı başkadır. Bu iki hayâtı birbiri ile karışdı­ran, yâ câhildir veyâ zındıkdır. Zındık, din perdesi altında islâmiyyeti yık­mağa çalışır. Çünki, islâmiyyetin câhillere olan her emri, âlimlere de ve te­savvuf yolunun sonuna varanlara da emr edilmişdir. İslâmiyyetin emrleri­ni yapmakda, bütün mü’minler ve âriflerin en yüksek derecede olanları ara­sında hiç ayrılık yokdur. Tesavvufcuların câhil olanları ve mülhidler ya’nî zındıklar, islâmiyyetin emr ve yasaklarından kendilerini sıyırmak istiyor­lar. Bu emrler ve yasaklar, yalnız câhil kimseler içindir diyorlar.