405 276-Mektub

Tesavvuf­culara ve tarîkatcilere yalnız ma’rifet ve hakâyık-ı Kur’âniyyeyi öğrenmek emr olundu diyorlar. O kadar câhildirler ki, âmirlere, kumandanlara ve dev­let adamlarına da yalnız adâlet ve insâf etmeleri emr olundu. Bunlara başka bir ibâdet emr olunmadı diyorlar. İslâmiyyet, ma’rifet elde etmek için lâzımdır. Ma’rifet elde edenlerin islâmiyyete uymalarına lüzûm yokdur di­yorlar. Yukarıdaki âyet-i kerîmede yakîn demek, ma’rifetullah demekdir. Sehl bin Abdüllah-i Tüsterî de böyle demişdir diyorlar. Bu âyet-i kerîme, (Allahü teâlânın ma’rifetine kavuşuncaya kadar ibâdet ediniz!) demekdir diyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinden bu âyet-i kerîmedeki yakîne ma’rifetul­lah diyen olmuş ise de, (Ma’rifetullah elde edinciye kadar, ibâdet zahme­ti, güçlüğü bulunur. Sonra bu güçlük kalmaz) demişlerdir. Yoksa, sonra ibâ­det etmek kalmaz dememişlerdir. Böyle söylemek, ilhâd, zındıklık olur. Bunlara göre, ârifler, ibâdet yapmakla emr olunmadı. Bunlar, gösteriş için ibâdet ederler. Talebelere, kendilerine uyanlara öğretmek için yapar­lar. Yoksa, ibâdet yapmağa, ihtiyâcları yokdur derler. Bu sözlerine herke­si inandırmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin, (Üstâd, münâfık ve mürâî ol­madıkca, talebe ondan birşey öğrenemez) sözünü ileri sürerler. Bu zındık­ları, Allahü teâlâ yok eylesin! Bilmiyorlar ki, âriflerin ibâdete ihtiyâcları o kadar çokdur ki, câhillerin ihtiyâcı bunun onda biri kadar bile değildir. Çünki ârifler, ibâdet etmekle yükselebilirler. Onların ilerlemeleri, islâ­miyyete uymağa bağlıdır. İbâdetlerin câhillere kıyâmetde verilecek olan kar­şılığına, ârifler bu dünyâda kavuşmakdadır. Bundan dolayı, âriflerin ibâ­det yapması dahâ çok lâzımdır. Bunların islâmiyyete uymağa ihtiyâcları da­hâ çokdur.

İslâmiyyetin sûreti ve hakîkati vardır. Bu ikisine birlikde din denir. Sû­ret dediğimiz dînin bilinen emrleri ve yasaklarıdır. Hakîkat de, islâmiyye­tin iç yüzüdür. Kabukla özün her biri, islâmiyyetin parçasıdır. Muhkem ve müteşâbihden herbiri, islâmiyyetin kısmlarıdır. Ulemâ-i zâhir, islâmiyye­tin yalnız kabuğunu öğrenmişlerdir. Ulemâ-i râsihîn “kaddesallahü esrâ­rehümül’azîz”, islâmiyyetin kabuğunu ve özünü birlikde elde etmişlerdir. Sûret ile hakîkati bir araya getirmişlerdir. İslâmiyyeti bir insana benzete­biliriz. Onun da insan gibi, sûret ve hakîkati vardır. Çok kimseler, onun sû­retine tutulmuşlar, hakîkatine, özüne inanmamışlardır. Rehberlerini yal­nız doğru yolu gösterici ve kalbi temizleyici olarak bilmişlerdir. Bunlar zâ­hir âlimleridir.

Birçok kimse de, islâmiyyetin yalnız hakîkatine tutuldular. Fekat, bunu islâmiyyetin hakîkati bilmediler. İslâmiyyet, yalnız sûretdir ve kabukdur de­diler. İslâmiyyetden başka bir öz, bir hakîkat vardır dediler. Bununla be­râber islâmiyyete tâm uydular. İslâmiyyeti elden bırakmadılar. Sûreti elden kaçırmadılar. İslâmiyyetin bir hükmünü yerine getirmiyene yıkıcı ve sapık dediler. Bunlar, Allahü teâlânın Evliyâsıdır. Allahü teâlânın sevgisine dal-mışlar. Onun mâ-sivâsını unutmuşlardır.

Birçokları da, islâmiyyet sûretle hakîkatin ikisine birlikde denir dedi. Öz ile kabuğun ikisinin de islâmiyyet olduğuna inandı. İslâmiyyetin hakîkati­ni bırakarak yalnız sûretine sarılmağa kıymet vermediler. Sûret olmadan, yal­nız hakîkati elde etmek de tâm olmaz, noksân olur dediler.