Hazret-i Mûsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” Allahü teâlâyı görmek isteyince, A’râf sûresinin yüzkırkikinci âyetinde meâlen, (Sen beni elbette göremezsin) cevâbını aldı. Aklı başından gitdi. Bu isteğinden tevbe etdi.
Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” Rabbül’âlemînin mahbûbudur. Gelmiş ve gelecek bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Mubârek bedeni ile mi’râca çıkdığı hâlde ve Arşı, Kürsîyi geçdiği ve zemândan, mekândan dışarı çıkdığı hâlde ve Allahü teâlâyı gördüğüne Kur’ân-ı kerîmde işâretler bulunduğu hâlde, âlimlerimiz arasında görmedi diyenler de vardır. Âlimlerin çoğu, görmedi demişdir. İmâm-ı Gazâlî de, görmemiş olması dahâ doğrudur buyurmuşdur. Bu câhiller ise, bozuk hayâlleri ile hergün gördüklerini sanıyorlar. Hâlbuki islâm âlimleri, Muhammed Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve alâ âlihi ve sellem” bir kerre görmesinde sözbirliğine varamamışlardır. Bunların sözlerine dikkat edilirse, iki kimsenin karşı karşıya konuşdukları gibi, Allahü teâlâ ile konuşduklarını sanıyorlar. Bu da, tâm sapıklıkdır. Hâşâ ve kellâ! Kelimeleri yanyana dizerek, birbirinden önce ve sonra sıralıyarak konuşmak, mahlûk olmağı gösterir. Allahü teâlâ, böyle konuşmaz. Tesavvuf büyüklerinin sözleri, bunları yanıltmış olacak. Tesavvuf büyükleri de, Allahü teâlâ ile konuşulacağını bildirmişlerdir. Fekat bu büyükler, Allahü teâlânın bu sözleri arka arkaya söylediğini bildirmiyorlar. Allahü teâlâ, bu kelâmı yaratdı diyorlar. Bu sözleri hiç yanlış değildir. Mûsâ aleyhisselâmın mubârek ağaçdan işitdiği söz de, Allahü teâlânın kelâmı idi. Söz mahlûk, Allahü teâlâ hâlık idi. Yoksa, iki kimsenin konuşması gibi değildi. Cebrâîl aleyhisselâmın Allahü teâlâdan işitdiği kelâm da, böyle idi. Bu kelâmlar da, Allahü teâlânın kelâmıdır. Buna inanmıyan kâfir ve zındık olur. Allahü teâlânın kelâmı, (Kelâm-ı nefsî) ile (Kelâm-ı lafzî) arasında sanki ortakdır. Araya hiçbirşey karışmadan Allahü teâlâ onu yaratmakdadır. Bundan anlaşılıyor ki, kelâm-ı lafzî de Allah kelâmıdır. Buna inanmıyan da kâfir olur. Burasını dikkatle okumalıdır. Bu açıklama çok yerde işe yarayacakdır. İnsanı herşeye kavuşduran Allahü teâlâdır.
Mümkinlerin ya’nî mahlûkların vücûdleri ya’nî varlıkları da, bütün sıfatları ve kuvvetleri gibi pek za’îfdir. Mümkinin ilmi, Vâcib-i teâlânın ilmi yanında nedir ki? Mahlûkun kudretinin, ezelî olan kudret yanında ne değeri olabilir? Bunun gibi, mümkinin varlığı, Vâcib-i teâlânın varlığı yanında hiçdir. Bu iki varlığa bakan bir kimse, ikisi arasındaki ayrılığın çokluğunu görünce şaşıracak ve bu ikisine de varlık demek acabâ doğru mudur? Yoksa, birisine var demek doğrudur da, ikincisine, varlığa benzediği için mi var denmişdir diye soracaklardır. Görmüyor musun? Tesavvufcuların çoğu ikinci soruya inanarak, mahlûkların varlığına, mecâz yolu ile vücûd demişlerdir.
Mahlûkların varlığını söyliyen, yâ câhil müslimânlardır. Yâhud, insanların en yüksekleridir. İnsanların en yüksekleri, Peygamberlerdir “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve ümmetleri arasında, Peygamberin vilâyetine kavuşmakla şereflenen, zıl dâirelerinin hepsini geçenlerdir. Herşeyin içini anlıyamayıp yalnız dışlarını gören câhiller, Vâcib-i teâlânın varlığı ile, mümkinlerin varlığını tâm varlık sanırlar. Her ikisini mevcûd bilirler. İnsanların en yüksekleri keskin görüşlüdür.
4:38 minutes ( 2.14 MB)