395 272-Mektub

Hazret-i Mûsâ “alâ ne­biyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” Allahü teâlâyı görmek isteyince, A’râf sûresinin yüzkırkikinci âyetinde meâlen, (Sen beni elbette göremezsin) ce­vâbını aldı. Aklı başından gitdi. Bu isteğinden tevbe etdi.

Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” Rabbül’âlemînin mahbûbudur. Gelmiş ve gelecek bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Mubâ­rek bedeni ile mi’râca çıkdığı hâlde ve Arşı, Kürsîyi geçdiği ve zemândan, mekândan dışarı çıkdığı hâlde ve Allahü teâlâyı gördüğüne Kur’ân-ı kerîm­de işâretler bulunduğu hâlde, âlimlerimiz arasında görmedi diyenler de var­dır. Âlimlerin çoğu, görmedi demişdir. İmâm-ı Gazâlî de, görmemiş olma­sı dahâ doğrudur buyurmuşdur. Bu câhiller ise, bozuk hayâlleri ile hergün gördüklerini sanıyorlar. Hâlbuki islâm âlimleri, Muhammed Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve alâ âlihi ve sellem” bir kerre görmesinde sözbir­liğine varamamışlardır. Bunların sözlerine dikkat edilirse, iki kimsenin karşı karşıya konuşdukları gibi, Allahü teâlâ ile konuşduklarını sanıyorlar. Bu da, tâm sapıklıkdır. Hâşâ ve kellâ! Kelimeleri yanyana dizerek, birbi­rinden önce ve sonra sıralıyarak konuşmak, mahlûk olmağı gösterir. Alla­hü teâlâ, böyle konuşmaz. Tesavvuf büyüklerinin sözleri, bunları yanıltmış olacak. Tesavvuf büyükleri de, Allahü teâlâ ile konuşulacağını bildirmiş­lerdir. Fekat bu büyükler, Allahü teâlânın bu sözleri arka arkaya söyledi­ğini bildirmiyorlar. Allahü teâlâ, bu kelâmı yaratdı diyorlar. Bu sözleri hiç yanlış değildir. Mûsâ aleyhisselâmın mubârek ağaçdan işitdiği söz de, Al­lahü teâlânın kelâmı idi. Söz mahlûk, Allahü teâlâ hâlık idi. Yoksa, iki kim­senin konuşması gibi değildi. Cebrâîl aleyhisselâmın Allahü teâlâdan işit­diği kelâm da, böyle idi. Bu kelâmlar da, Allahü teâlânın kelâmıdır. Buna inanmıyan kâfir ve zındık olur. Allahü teâlânın kelâmı, (Kelâm-ı nefsî) ile (Kelâm-ı lafzî) arasında sanki ortakdır. Araya hiçbirşey karışmadan Alla­hü teâlâ onu yaratmakdadır. Bundan anlaşılıyor ki, kelâm-ı lafzî de Allah kelâmıdır. Buna inanmıyan da kâfir olur. Burasını dikkatle okumalıdır. Bu açıklama çok yerde işe yarayacakdır. İnsanı herşeye kavuşduran Allahü te­âlâdır.

Mümkinlerin ya’nî mahlûkların vücûdleri ya’nî varlıkları da, bütün sı­fatları ve kuvvetleri gibi pek za’îfdir. Mümkinin ilmi, Vâcib-i teâlânın ilmi yanında nedir ki? Mahlûkun kudretinin, ezelî olan kudret yanında ne de­ğeri olabilir? Bunun gibi, mümkinin varlığı, Vâcib-i teâlânın varlığı yanın­da hiçdir. Bu iki varlığa bakan bir kimse, ikisi arasındaki ayrılığın çokluğu­nu görünce şaşıracak ve bu ikisine de varlık demek acabâ doğru mudur? Yoksa, birisine var demek doğrudur da, ikincisine, varlığa benzediği için mi var denmişdir diye soracaklardır. Görmüyor musun? Tesavvufcuların ço­ğu ikinci soruya inanarak, mahlûkların varlığına, mecâz yolu ile vücûd demişlerdir.

Mahlûkların varlığını söyliyen, yâ câhil müslimânlardır. Yâhud, insan­ların en yüksekleridir. İnsanların en yüksekleri, Peygamberlerdir “aleyhi­müssalevâtü vetteslîmât” ve ümmetleri arasında, Peygamberin vilâyetine kavuşmakla şereflenen, zıl dâirelerinin hepsini geçenlerdir. Herşeyin içi­ni anlıyamayıp yalnız dışlarını gören câhiller, Vâcib-i teâlânın varlığı ile, mümkinlerin varlığını tâm varlık sanırlar. Her ikisini mevcûd bilirler. İn­sanların en yüksekleri keskin görüşlüdür.