396 272-Mektub

Bu iki varlığı, tâm varlık bulur­lar. Vücûdün parçalarının dereceleri arasındaki ayrılıkların, vücûdün sıfat­larında ve i’tibârlarında olduğunu, özlerinde ve zâtlarında olmadığını söy­lerler. Böylece, birisi, tâm varlık, öteki mecâz olarak varlık olmakdan kur­tulur. İnsanların orta derecede olanları, câhillerden üstün ve en yüksek olan­lardan aşağı derecelerde olduklarından, mahlûkların var olduklarına inan­maları ve bunların vücûdlerine tâm varlık demeleri çok güçdür. Bunun için­dir ki, mümkinin varlığı, tâm varlığa benzediği için, ona mevcûd denilmiş­dir derler. Güneşde durmuş suya, güneşlenmiş su demeğe benzemekdedir. Vücûd, onunla bulunmuyor ki varlığı doğru olsun. Bu tesavvufculardan bir­kaçı da, mahlûkların vücûdü üzerinde birşey söylememişdir. Vücûdleri vardır veyâ yokdur diye açıkça konuşmamışlardır. Birkaçı ise, mahlûkla­rın vücûdü yokdur dedi. Vâcib-i teâlâdan başka mevcûd yokdur dediler. Bir­kaçı da, mahlûkların vücûdünü Vâcib-i teâlâdan başka bilmezler. İki vücûd birdir de demezler. Birkaçı ise, mahlûkları Allahü teâlânın var olduğu vü­cûd ile mevcûddürler dedi ki, bu söz mahlûkların ayrıca vücûdleri yokdur demekdir.

Mahlûkların vücûdü vardır demek için keskin görüşlü olmak lâzımdır. Allahü teâlânın vücûdü ya’nî varlığı yanında, mahlûkların vücûdünü, bun­lar görebilir. Keskin görüşlü olanlar, gündüzün, güneşin vücûdü yanında yıl­dızları görürler. Görmesi kuvvetli olmıyanlar ise göremez. Mahlûkların vü­cûdü, gündüz yıldızların vücûdü gibidir. Görüşü kuvvetli olanlar görebilir. Görmesi az olanlar görmekden mahrûm kalır.

Süâl: Câhillerin görmesi za’îf ve basîretleri, ya’nî kalb gözleri kör oldu­ğu hâlde, mahlûkların vücûdünü nasıl görebiliyorlar. Vâcib-i teâlânın vü­cûdünün ışıkları, onların görmesine niçin mâni’ olmıyor?

Cevâb: Câhiller, birşeyi öğrenmekle anlar. Görmekle anlamaz. Biz bu­rada öğrenerek değil, görerek anlıyanları söylüyoruz. Öğrenmekle anlıyan­lar için birşey demiyoruz. Vâcib-i teâlânın vücûdünün ışıkları, câhillere gö­re sanki yok gibidir. Bunun için, mahlûkların, vücûdünü görmeğe mâni’ ol­maz. Şöyle de cevâb veririz ki, ışıkların görünmesi, mahlûkların vücûdünü görmeğe mâni’dir. Mahlûkların vücûdünü bilmeğe mâni’ değildir. Çünki bir şeyi bilmek, çok olur ki, işitmekle ve başkalarına uymakla da hâsıl olur. Dü­şünmekle ve benzetmekle de bilinebilir. Görüşleri za’îf olanlar da, gündüz­leri yıldızların vücûdünü bilir. Güneşin ışıkları, bu bilgiye mâni’ olmaz. Câ­hiller, mümkinlerin vücûdünü bilmekdedir. Görmekde değildirler. Çünki şühûd, ya’nî görmek, kalb gözü ile olur. Bunların basîretleri ya’nî kalb göz­leri ise, kördür. Görülecek şey, melek de olsa veyâ melekût veyâ ceberût yâhud lâhut da olsa göremezler.

Mahlûkların vücûdü var demekde, câhiller en yüksek âlimler gibidir de­dik. Başka birçok yerlerde de onlar gibidirler. Bunun içindir ki, Peygam­berler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” birçok işleri câhiller gibi yapmak­dadırlar. Herkes ile ve çoluk çocukları ile, onlar gibi yaşarlar. İnsanların en iyisinin “aleyhissalâtü vesselâm” çoluk çocuğuna karşı güzel işlerini her­kes bilir. Meselâ birgün, insanların en iyisi “aleyhi ve alâ âlihissalâtü ves­selâm” hazret-i Hasen ile hazret-i Hüseyni öpdüler. Onlarla sevinçli ve gü­ler yüzlü vakt geçirdiler.