393 272-Mektub

Hepsini Allahü teâlâdan başka bildi. Bâyezîdin tenzîh sanmış oldu­ğunu, teşbîh bildi. Onun (Bi-çûn) dediğine (Çûn) dedi. Onun kemâl gör­düğünü, noksanlık gördü. Bunun için, onun teşbîhden ileri gidemiyen so-nu, bu büyük hocamızın başlangıcı oldu. Çünki teşbîhden başlayıp, tenzî­he vardı. Belki Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine son günlerinde bu kusûru bil­dirmiş olacaklardır ki, (Zikrlerim hep gafletle imiş ve hizmetlerim, ibâdet­lerim, câhillikle imiş) buyurmuşdur. Huzûr, şühûd dediklerinin, gaflet ol­duğunu bildirmişdir. Onun huzûr ve şühûd dedikleri, Allahü teâlânın hu­zûru değildi. Gölgelerden bir görüntünün huzûru idi. Sonsuz zuhûrlar­dan biri idi. Bunlara bağlanarak, Allahü teâlâdan gâfil kalmışdı. Çünki Al­lahü teâlâ, verâların verâsı, ötelerin ötesidir. Zıller, görüntüler, zuhûrlar, bu yolun başlangıcında olur ve ilerletmeğe yararlar. Behâüddîn-i Buhârî hazretleri, (Bu yolun sonunu, başlangıcına yerleşdirdik) buyurdu. Bu sö­zü, tâm yerindedir. Çünki ta başlangıcda yalnız bir varlığı aramakdadır. İsm­lere, sıfatlara bakmayıp, ancak zâtı özlemekdedir. Bu yüksek yola giren uya­nık bir tâlibde bu ni’met, bu kemâle kavuşmuş olan rehberinden saçılarak, yayılarak hâsıl olur. Tâlib bu kazancını bilse de, bilmese de, hiç değişmez. Bunun için, nihâyetde kavuşulan dereceler, bu büyüklerin başlangıcında yer­leşmiş bulunmakdadır. Bu yolun başında hâsıl olan, bir varlığı özlemek ni’meti, sâlikde kuvvetlenirse, bâtındaki bu arzû, zâhirine de işlerse, mah­lûkların aynasında görünen aşağı müşâhedelerden kurtulur ve teşbîh bil­gilerinden sıyrılır. Eğer o teveccüh kuvvetlenmeyip, yalnız bâtınında kalır­sa, çok olur ki, kesretde vahdeti görmek lezzetine takılır. Tevhîd ve ittihâd zevklerine dalar. Fekat bu yolda, tevhîd müşâhedesi, yalnız zâhirde kalır. Bâtına bulaşmaz. Bâtınları ya’nî kalbleri ve rûhları, yine bir varlığı özlemek­dedir. Zâhirleri, kesretde vahdeti görmekdedir. Çok olur ki, zâhirlerinde­ki müşâhede kuvvet bularak, bâtındaki teveccüh belli olmaz. Yalnız zâhi­rin şühûdü bilinir. Bu satırları yazan fakîr de, başlangıcda böyle idi. Zâhir­deki kuvvetli olduğundan bâtındaki yalnız bir varlığa teveccüh belli olma­mışdı. Kendimi temâmen (Kesretde vahdet) şühûdüne müteveccih buluyor­dum. Bir müddet sonra, Allahü teâlâ, bâtındaki teveccühü de bildirdi. Bâtına da yardım eyledi. Şimdiki derecelere kavuşdurdu. Bunun için, Al­lahü teâlâya sonsuz hamd olsun. Bu yolun büyüklerinden birkaçında görü­len tevhîd ma’rifetleri ve aşağı müşâhedeler de böyledir. Bu büyüklerin hem zâhirleri, hem de bâtınları, bu müşâhedelere bağlanmamışdır. Bu ma’rifet­lere tutulmamışdır. Başka yollarda olanlar böyle olmayıp, zâhirleri de, bâtınları da, bu müşâhedelere tutulmuşdur. Bu şühûdü, tenzîh ile teşbîhi birleşdiriyor sanmışlar, kemâl bilmişlerdir. Fekat, bunların bâtınları da, ten­zîhe inanmakda ise de, başka şeye tutulmuşlar, başka şey bilmişlerdir. Tenzîhe inanmıyanlar ve aşağı müşâhedelerden başka bir varlığa îmân et­miyenler, mülhiddir, sapıkdır, sözümüzün dışındadırlar. Mahlûkların ayna­sında Hak teâlâyı müşâhede etmeği, tesavvufcular kemâl sayıyor ve teşbîh ile tenzîhin birleşmesi diyorlar. Bu fakîre göre, bu müşâhede, Allahü teâ­lâyı müşâhede etmek değildir. Bunların gördükleri, vehm ve hayâl etdik­leri şeylerdir. Mümkinde gördükleri, Vâcib değildir. Mahlûkda buldukla­rı, Kadîm değildir. Teşbîhde görünenler, tenzîh değildir. Sakın tesavvufcu­ların, boş sözlerine aldanmayınız! Hak olmıyanı, hak sanmayınız! Bu tesav­vufcular, şü’ûrsuz bir hâlde olduklarından özrlü sayılırlar.