391 272-Mektub

İnsan gündüz güne­şi görüp yıldızları görmeyince, hergün binlerce yıldız var olduğu hâlde, iki varlık görmekden kurtulmuş olur. Yıldızlar var olsa da, yok olsa da, iste­nilen şey, yalnız güneşi görmekdir. İşin doğrusu da şudur ki, sâlik aradığı hakîkî varlığa o kadar çok bağlanmalıdır ki, herşey var olduğu hâlde, o hiç­birine bakmamalı, belki hiçbirşeyi görmemeli, onun kalb gözüne hiç birşey gelmemelidir. Fenânın en olgun hâli de budur. Eğer hiçbirşey var olmaz­sa, sâlik kimden fenâ bulacakdır? Kimden fânî olacak, kimi unutacakdır? Tevhîd-i vücûdîyi ilk olarak açıklıyan şeyh Muhyiddîn-i Arabîdir “rahme­tullahi aleyh”. Ondan önce gelen büyüklerin sözleri de, her ne kadar, tev­hîdi ve birleşik olmayı gösteriyorsa da, bu sözlerden tevhîd-i şühûdî de an­laşılabilir. Çünki, Allahü teâlâdan başka hiçbirşey görmeyince, kimisi (Cübbemin altında Allahü teâlâdan başka birşey yokdur) demiş, kimisi (Sübhânî) diyerek, hiçbirşeye benzemiyen varlık olduğunu bildirmiş, kimi­si de (Evde Ondan başkası yokdur) diye bağırmışdır. Bunların hepsi, bir var­lık görme dalında açan çiçeklerdir. Hiçbiri vahdet-i vücûdü göstermemek­dedir. Vahdet-i vücûdü ilk olarak açıklıyan, kısmlara ayıran, bir gramer ki­tâbı gibi parça parça anlatan, şeyh Muhyiddîn-i Arabîdir. Bu bilginin bir­çok derin ve ince yerlerini yalnız ben buldum demiş, hattâ, (Peygamberle­rin sonuncusu, ince bilgilerin bir kısmını Velîlerin sonuncusundan almak­dadır) demişdir. Vilâyet-i Muhammedînin sonuncusu olarak da, kendini bil­mekdedir. Onun kitâblarını şerh edenler, bu sözünü şöyle açıklıyor: Bir zen­gin, kendi hazînesinin bekçisinden birşey alırsa, kendisi için bir küçüklük olmaz.

Sözün kısası şudur ki, Fenâ ve Bekâya kavuşmak ve (Vilâyet-i sugrâ) ve (Vilâyet-i kübrâ)nın derecelerine yükselmek için, tevhîd-i vücûdî hiç lâzım değildir. Tevhîd-i şühûdî lâzımdır. Ya’nî, var olanı bir bilmek değil, bir gör­mek, Ondan başkasını görmemek lâzımdır. Böyle görmekle, (Fenâ) hâsıl olur. Allahü teâlâdan başka herşey, ya’nî (Mâ-sivâ) unutulur. Bir sâlik, baş­dan sona kadar ilerler de, tevhîd-i vücûdî bilgileri kendine hiç gösterilmi­yebilir. Hattâ, bu bilgilere inanmıyacak gibi olur. Bu fakîre göre, sâliki, bu bilgiler gösterilmeden ulaşdıran yol, bu bilgilerin gösterildiği yoldan dahâ çabuk ilerletir. Bu yolun sâliklerinin çoğu, istenilene kavuşurlar. O yolda olanların çoğu ise, yarı yolda kalırlar. Deryâyı ararken, bir damla ile avu­nup kalır. Aslı ile birleşmiş sanarak, gölgeye tutulurlar. Böylece asla kavu­şamazlar. Böyle olduğunu tecribe ile anlamış bulunuyorum. Herşeyin doğ­rusunu Allahü teâlâ bildirir. Bu fakîr, her ne kadar ikinci yoldan ilerledim ve tevhîd ma’rifetleri ve ilmleri çok gösterildi ise de, Allahü teâlânın lutf­ları çok olduğu için ve sevilenlerin götürülmesi ile ilerlediğim için, bu yo­lun vâdilerinden ve çöllerinden lutf ve ihsân ile geçirildim. Büyük lutf ile gölgelerden atlatılarak asla kavuşduruldum. Sıra, talebe yetişdirmeğe ge­lince, öteki yolun dahâ çabuk kavuşdurduğu anlaşıldı. Bizlere, doğru yo­lu gösteren Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ bize doğru yolu gös­termeseydi, kendiliğimizden bulamazdık. Rabbimizin Peygamberleri “aley­himüssalevâtü vetteslîmât” doğru sözlü olarak gelmişdir.

TENBÎH: Yukarıda yazılanlardan anlaşıldığı üzere, birden fazla varlık olduğu hâlde, ya’nî Allahü teâlâdan başka varlık bulunduğu hâlde, (Fenâ) ve (Bekâ) elde edilmekdedir ve (Vilâyet-i sugrâ) ve (Vilâyet-i kübrâ) hâ­sıl olmakdadır.