377 266-Mektub

Bu sebebi anlıyanlar ancak, vahyi, me­leğin gelmesini görmekle şereflenen, seçilmiş bahtiyârlardır. Bunlar, üstün­lük sebeblerini açıkca veyâ işâretle görüp anlamışdır. Onlar da, Peygam­berimizin Eshâb-ı kirâmıdır “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. O hâlde, (Akâid-i Nesefî) şârihinin, (Üstünlükden maksad, sevâbların çokluğu ise, bu üstünlük sırasında şübhenin yeridir) demesi yersizdir. Çün­ki bu üstünlük sırası, islâmiyyetin sâhibi tarafından açıkca bildirilmesey­di, o zemân şübhenin yeri olurdu. Bildirildikden sonra, niçin şübhe ediyor? Eshâb-ı kirâm, bu üstünlüğü açıkca veyâ işâretle anlamasalardı, hiç bildi­rirler miydi? Dördünü de berâber bilen ve aralarında üstünlük aramak lü­zûmsuzdur diyenlerin, bu sözü lüzûmsuzdur. Din büyüklerinin söz birliği­ne, lüzûmsuz lâf demekden dahâ lüzûmsuz, dahâ boş lâf olur mu? Yoksa, üstün kelimesi mi, onların böyle boşu boşuna söylemesine yol açıyor. Muhyiddîn-i Arabînin, (Hilâfetlerin sırası, ömrlerinin sırasına göre idi) de­mesi de, müsâvî olmalarını göstermez. Çünki halîfelik başkadır, üstünlük başkadır. Bu sözü, üstünlük bakımından söyledi dersek, yine güvenile­cek, şâhid tutulacak bir söz olmayıp, onun hatâlı sözlerinden biri olmuş olur. Onun, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerine uymıyan birkaç keşfi, buluşları, doğru değildir. Böyle sözlere ancak, rûhları hasta, kalbleri bozuk olan ve­yâ herşeyi körü körüne taklîd eden uyar.

Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasındaki muhârebelerin, ayrılıkla­rın, iyi sebeblerden ileri geldiğine, dünyâ ni’metleri için, nefsin arzûları için olmadığına inanmak lâzımdır. Sa’deddîn-i Teftâzânî, hazret-i Alîyi “radı­yallahü anh” aşırı sevenlerden olduğu hâlde, diyor ki: (Onların ayrılıkla­rı ve muhârebeleri hilâfet için değildi. İctihâdda yanılmakdan ileri gelmiş­di). [Fâtih sultân Muhammed hân devri âlimlerinden Ahmed-i Hayâlî hazretleri, Ömer Nesefînin (Akâid-i Nesefî) kitâbına, Sa’deddîn-i Teftâ­zânînin yapdığı büyük şerhe, ayrıca çok kıymetli bir hâşiye yazmışdır.] Ha­yâlî, bu hâşiyesinde diyor ki: (Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” ve onun­la berâber olanlar, hazret-i Alîye “radıyallahü anh” uymadı. Bununla be­râber onun, o zemânda bulunanların en üstünü olduğunu ve halîfelik onun hakkı olduğunu biliyor ve söyliyorlardı. Hazret-i Osmânı “radıyal­lahü anh” şehîd edenleri yakalıyarak cezâlarını vermediği için, ısyân et­mişlerdi). Karamânî hâşiyesinde, [ya’nî (Şerh-ı akâid) kitâbı kenârlarına yapdığı açıklamalarda] diyor ki, imâm-ı Alî “kerremallahü vecheh” buyur­du ki: (Kardeşlerimiz bizi dinlemedi. Onlar kâfir değildir. Günâha da gir­mediler. Çünki dinden, islâmiyyetden anladıklarını yapıyorlar.) İctihâd­da yanılmak kabâhat olmadığı ve birşey söylenmiyeceği şübhesizdir. Sa­hâbe-i kirâmın, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetin­de, dersinde yetişdiklerini düşünerek, hepsini iyi bilmemiz ve hepsine hurmet göstermemiz lâzımdır. Peygamberimizi “sallallahü aleyhi ve sel­lem” sevdiğimiz için, hepsini sevmeliyiz! Zîrâ, (Onları seven, beni sevdi­ği için sever ve onlara düşmanlık eden, bana düşman olduğu için eder) bu­yurulmuşdur. Ya’nî Eshâbıma “radıyallahü anhüm” olan sevgi, bana olan sevgidir ve onlara olan düşmanlık, bana düşmanlıkdır. Alî “radıyallahü anh” ile muhârebe eden Eshâb-ı kirâmın bize hiçbir yakınlığı ve hiçbir ta­nışıklığımız yok. Hattâ bu muhârebeleri bizi üzüyor, incitiyor.