367 266-Mektub

Kâfirler ve mü’minler [veyâhud yalnız mü’minler] kabre konulunca, Mün­ker ve Nekîr ismindeki iki melek gelip süâl soracaklardır. Kabr, dünyâ ile âhıret arasında bir köprü, bir geçid olduğundan, kabr azâbı bir bakımdan dünyâ azâblarına benziyor ki, sonsuz değildir. Bir bakımdan da, âhıret azâblarına benzer ki, âhıret azâbı cinsindendir. Mü’min sûresinin, (Sa­bâh, akşam, ateş ile azâb olunurlar) meâlindeki kırkaltıncı âyet-i kerîme­si, kabr azâbını bildiriyor. Kabrdeki ni’metler de, hem dünyâ, hem de âhı­ret râhatlıklarına benzer.

İyi bir kimse, tâli’li bir insan, kusûrları, günâhları, lutf ve ihsân ile afv olunan ve yüzüne vurulmıyan kimsedir. Eğer günâhı yüzüne vurulursa ve bunun için de, merhamet olunarak, yalnız dünyâ sıkıntıları çekdirilip gü­nâhları, böylece temizlenen kimse de, çok tâli’lidir. Bununla da temizlen­meyip, geri kalan günâhları için, kabr sıkması ve kabr azâbı çekerek günâh­ları biten, kıyâmet gününe, mahşer meydânına günâhsız olarak götürülen de, ne kadar çok tâli’lidir. Eğer böyle yapmayıp, âhıretde de cezâlandırı­lırsa, yine insâfdır ve adâletdir. Fekat o gün, günâhlı olan ve mahcûb ve yüz­leri kara olan, ne kadar güç durumdadır. Fekat bunlardan, müslimân olan­lara yine acınacak, bunlar, sonunda yine merhamete kavuşacak, Cehennem azâbında, sonsuz kalmakdan kurtulacaklardır ki, bu da, ne kadar büyük ni’metdir. Yâ Rabbî! Bize ihsân etdiğin îmân ışığını söndürme, kusûrları­mızı ört! Sen herşeyi yapabilirsin!

[Îmânın beşinci şartı, âhıret gününe inanmakdır]. Kıyâmet günü, elbet­te vardır. O gün gökler, yıldızlar ve [şu üzerinde yaşadığımız] Erd, dağlar, denizler ve hayvanlar, nebâtlar ve ma’denler, hâsılı herşey, [madde ve kuvvet] yok olacakdır. Gökler parçalanacak, yıldızlar dağılacak, yeryüzü, dağlar, toz olup savrulacak. Bu yok oluş, Sûrun ilk işâreti ile olacakdır. İkin­ci nefhasında, herşey tekrâr yaratılıp, insanlar, mezârdan kalkacak, mah­şer yerinde toplanacakdır. Eski Yunan felesofları [ve kendilerine müsbet ilm adamı diyenler], ya’nî herşeyi aklları ile çözmeğe kalkışanlar, gökler ve yıldızlar yok olmaz dedi. [Bunların yok olacağını fen kabûl etmiyor, böy­le gelmiş böyle gidecekdir diyerek müşâhede, tedkîk ve tecribeye dayanan, fen bilgisine iftirâ ediyorlar.] Ba’zısının aklı, hiç de işlemediği için, kendi­lerine müslimân diyor. Ahkâm-ı islâmiyyeden çoğunu da yapıyor. Şuna da­hâ çok şaşılır ki, ba’zı müslimânlar, bunların sözüne, kitâblarına inanıp, bun­ları müslimân, hattâ islâm âlimi, din büyüğü sanıyor. Bunların küfrlerini, kâfir olduklarını söyliyenlere kızıyor. Bu kâfirleri medh ve müdâfe’a edi­yorlar. Hâlbuki bunlar, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere inanmıyor. Bütün Peygamberlerin sözbirliği ile, bildirdiklerini inkâr ediyor. Tekvîr sû­resinin, (Güneşin zıyâsı kalmadığı, karardığı ve yıldızlar solduğu zemân) meâlindeki ve İnşikak sûresinin, (Gökler yarıldığı ve Rablerinin emrleri­ni işitdikleri zemân) ve (Gökler, Allahü teâlânın emrlerini elbette yapar) meâlindeki ve En-Nebe’ sûresinin, (O gün, gökler, elbette yarılır) meâlin­deki âyetleri ve bunlar gibi âyet-i kerîmeler çok vardır. Bu kimseler, bilmi­yor ki, müslimân olmak için, yalnız kelime-i şehâdeti söylemek yetişmez. İnanmak lâzım olan şeylerin hepsine inanmak, tasdîk etmek ve küfrden, ya’nî küfre sebeb olan sözlerden ve işlerden uzaklaşmak ve kâfirleri sev­memek, müslimân olmak için şartdır. İnsan, ancak bu sûretle müslimân olur. Bu şart bulunmadıkca müslimânlık olmaz.