359 266-Mektub

onların hukûk, ahlâk ve tıb üzerindeki sözlerinden doğru olanların, eski Peygamberlerin “aleyhimüs­salevâtü vetteslîmât” kitâblarından çalma olduklarını bildirmişlerdir. Sô­fiyye-i aliyyenin, tesavvufa âid sözleri, câhillerin sandıkları gibi, kitâbdan okumakla, başkalarından öğrenmekle ve taklîd ile değil, keşf ile ya’nî mu­bârek kalblerine, temiz rûhlarına akıp gelmekle anladıkları ma’rifetlerdir.

Eski Yunan felsefecileri, herşeyi akl ile anlamağa, akla uydurmağa kal­kışan ve yalnız aklın beğendiğine inanan kimselerdir. Bunlar, aklın erebi­leceği şeylerde doğruyu bulabilirler ise de, aklın kavrıyamadığı, erişeme­diği birçok şeylerde yanılıyor, aldanıyorlar. Nitekim, sonra gelenleri, ön­cekilerinin yanlışlarını çıkarmakda, birbirlerini beğenmemekdedirler. İs­lâm âlimleri ise, zemânlarına kadar olan fen bilgilerini okuyarak ve islâmiy­yetin gösterdiği yolda, kalblerini ve nefslerini temizliyerek, aklın erişeme­diği bilgilerde de doğruyu bulmuşlar, hakîkate varmışlardır. İslâm âlimle­rine felesof demek, bunları küçültmek olur. Eski Yunan felsefecileri, yanı­lıcı olan aklın esîri, mahkûmu kimselerdir. Bunlar tecribe etmeyip, akl ile söylediklerinde ve deneyleri açıklarken vehmlerine kapıldıkları zemânlar­da aldanıyor, zararlı oluyorlar. Bunun için ve aklın üstüne çıkamadıkları için, bunlar islâm âlimi gibi yüksek olamaz.

Aklı olmıyan delidir. Aklını kullanmıyan sefîhdir. Akla uygun iş yapma­mak sefâhetdir. Aklı az olan da ahmakdır. Yalnız akla uyup, yalnız ona gü­venip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse, eski kafalı felsefecidir. Aklın erdiği şeylerde, ona güvenen, aklın ermediği, yanıldığı yerlerde, Kur’ân-ı ke­rîmin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlar da, islâm âlimle­ridir. O hâlde islâmiyyetde felsefe yokdur, islâm felsefesi, islâm felesofu yok­dur. Felsefenin üstünde olan islâm ilmleri ve felsefecilerin üstünde olan is­lâm âlimleri vardır].

Muhyiddîn-i Arabînin “kuddise sirruh” kitâblarından da Allahü teâlâ­nın, tabî’at kuvvetleri gibi, herşeyi irâdesiz yapdığı ma’nâsı anlaşılıyor. Allahü teâlânın kudretini anlatırken, eski Yunan felsefecilerine uyduğu se­ziliyor. (İsterse yapmaz) demiyor da, (Yapması lâzımdır) diyor. Büyükle­rimizin beğendiği, büyük bildiği Muhyiddîn-i Arabînin birçok sözlerinin, Ehl-i sünnetin doğru sözlerine uymaması, yanlış olması, ne kadar şaşılacak şeydir. Hatâları, keşfinde, kalbe doğan bilgilerde olduğu için, belki kabâ­hat sayılmaz. İctihâddaki hatâlar gibi birşey söylenemez. Onun büyük ol­duğunu ve hatâlarının kusûr sayılamıyacağını, yalnız bu fakîr söyliyorum. Onu büyük bilir ve severim. Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerine uymıyan ya­zılarını yanlış ve zararlı bilirim. Sôfiyyûndan bir kısmı, onu beğenmiyor ve çirkin şeyler söylüyor. Bütün ilmlerini yanlış ve bozuk biliyorlar. Bir kısmı da ona uyarak, bütün ilmlerini, yazılarını olduğu gibi alıyor. Hepsini doğ­ru biliyor ve doğruluklarını isbât etmeğe kalkışıyor. Bu iki kısm da yanılı­yor, adâletden ayrılıyor. Bir kısmı haddi aşıyor. Birisi de, büsbütün mahrûm kalıyor. Evliyânın büyüklerinden olan Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sir­ruh” keşflerindeki hatâsından dolayı, büsbütün red olunabilir mi? Fekat, Ehl-i sünnetin doğru sözlerine uymıyan, hatâlı bilgilerine uyulur mu ve her­şeyi de kabûl olunur mu? Burada doğru yol, cenâb-ı Hakkın bize ihsân et­diği, iki tarafa sapmıyan orta yoldur.