352 266-Mektub

Babanızın, herhâlde yapılması lâzım gelen emrlerini ve herne behâsına olursa olsun yerine getirilmesi gereken vasıyyetlerini unutacağımı veyâ dal-gınlığıma geleceğini sanmayınız! Buna imkân olur mu? Ufak bir işâretini­zi bekliyorum. Şimdilik, birkaç satır nasîhat yazıyorum. Cân kulağı ile dinleyiniz! Cenâb-ı Hak, ikinizi de, se’âdet-i ebediyyeye kavuşdursun!

Her müslimânın, önce i’tikâdını düzeltmesi, ya’nî Ehl-i sünnet vel-ce­mâ’at âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdikleri gibi, inanması lâzımdır. Durmadan, yılmadan çalışan o âlimlere, Allahü teâlâ, bol bol mükâfat versin! Cehennemin ebedî azâbından kurtulan, yalnız bunlar ve bunların izinde gidenlerdir. Bunların bildirdiği i’tikâdlardan unutulmakda olanları anlatacağım:

[Îmânın şartı altıdır: Birincisi, Allahü teâlâya inanmakdır]. Allahü te­âlâ, kendi Zâtı ile vardır. Ondan başka herşey, Onun var etmesi ile, var ol­muşdur. Kendisi ve sıfatları ve işleri yegânedir, birdir. [Ya’nî, hiçbirşey, hiç­bir bakımdan, Allahü teâlâya benzemez.] Varlıkda, şerîki, ortağı olmadı­ğı gibi, hiçbir bakımdan benzeri yokdur. Benzerlik yalnız ismde ve kelime­lerdedir. Onun sıfatları da, işleri de, kendi gibi, akl ile anlaşılmaz ve anla­tılamaz ve insanların sıfatlarına, işlerine, hiç benzemez ve uymaz. [Onun sekiz sıfatı vardır. Bunlara, (Sıfât-ı sübûtiyye) denir.] Bunlardan biri, ilm sıfatıdır, ya’nî Allahü teâlâ bilicidir. Bu sıfatı da, kendi gibi kadîmdir. Ya’nî sonradan olma değildir. Hep vardı ve basît, [ya’nî bir hâldedir. Hiç değişmez, bölünmez ve çoğalmaz]. Bildiği şeyler değişmekde, her değişme­yi bilmekdedir. Fekat, ilminde ve ilminin bu şeylere bağlanmasında, bir de­ğişiklik olmaz. [Geçmişdeki sonsuzdan gelecekdeki sonsuza kadar, ya’nî ezelden ebede kadar herşeyi, her değişmeği, yalnız bir biliş ile bilmekde­dir. Ya’nî, bu sonsuz zemânlarda olan herşeyi], birbirine benzeyen ve ben­zemiyen hâlleri ile, hem büyüklerini, hem de ufak zerrelerini, herbirini ken­di zemânında olarak bir anda bilmekdedir. Meselâ, bir kimsenin hem var­lığını, hem yokluğunu, hem doğmadan evvelki hâllerini, çocukluğunu, gençliğini, ihtiyârlığını, diri olmasını ve ölü olmasını, ayakda, oturmakda, dayanmakda, yatmakda, gülmekde, ağlamakda, neş’e ve lezzetde, derd ve kederde, izzet ve kıymetde, zillet ve aşağılıkda, mezârda, kıyâmetde ve mah­şer yerinde ve meselâ Cennetde ni’metler içinde olduğunu, hep bir ânda ve bir hâlde bilmekdedir. Ne ilminde, ne de ilminin bu şeylere bağlanmasın­da bir değişiklik olmaz. Değişiklik olsa, zemânın da, değişmesi olur. Hâl­buki orada, ezelden ebede kadar, parçalanamıyan bir ân vardır. Dahâ doğrusu, Allahü teâlâ, zemânlı değildir. Öncelik ve sonralık yokdur. İlmi herşeye yetişir dersek, herşeyi bir bilmekle ve ilmin bunlara bir bağlanma­sı ile biliyor. Bu bir bilgi ve bir bağlantı da, aklın eremiyeceği bir bağlan­makdır. Bunu akla anlatabilmek için, şu misâli uygun buluyorum: İnsan, bir kelimenin çeşidli hâllerini, birbirine benzemiyen şekllerini bir ânda düşü­nebilir. Bir kelimeyi, bir ân içinde, hem ism, hem fi’l, hem harflerin küme­si, hem mâdî, hem müstakbel, hem emr, hem men’, hem edatlı, hem edat­sız, hem müsbet, hem menfî bilebilir. Çeşidli şeklleri bir ânda, kelimede ay­rı ayrı görüyorum diyebilir. Bir insanın, ilminde ve hattâ görmesinde, ters ve çeşidli hâlleri bir araya toplaması, mümkin olunca, Allahü teâlânın il­minde neden mümkin olmasın?