250 209-Mektub

(Mebde’ ve Me’âd) kitâbında, yukarıda sorulan yazıların dahâ üstünde yazılı bilgiler de, yukarıdaki cevâbımızla açıklanmış oldu. Ya’nî, Kâ’benin hakîkati, hakîkat-i Muhammedînin Kâ’besidir, hakîkat-i Muhammedî bu­na secde eder, sözünün anlaşılması kolaylaşmış oldu. Çünki, Kâ’benin ha­kîkati, hakîkat-i Ahmedîdir. Bu ise, hakîkat-i Muhammedînin aslıdır. Ha­kîkat-i Muhammedî, bunun zıllidir. Bunun için, hakîkat-i Muhammedî buna secde eder.

Süâl: Kâ’be, Onun ümmetinin Evliyâsını tavâf etmeğe gelir. Onların be­reketlerine kavuşmak ister. Kâ’benin hakîkati, hakîkat-i Muhammedîden üstün olunca, bu tavâf işi nasıl câiz olur?

Cevâb: Hakîkat-i Muhammedî, Muhammed aleyhisselâmın mukaddes makâmlardan indiği makâmların en aşağısıdır. Kâ’benin hakîkati ise Kâ’be­nin çıkabildiği en yüksek makâmdır. Hakîkat-i Muhammedî yükselirken, ilk çıkacağı yer, hakîkat-i Kâ’bedir. Onun yükselmesinin sonunu, Allahü teâlâdan başka kimse bilemez. Onun ümmetinin Evliyâsının “rahmetulla­hi teâlâ aleyhim ecma’în” yüksek olanları, Onun “sallallahü aleyhi ve sel­lem” yükseldiği makâmların hepsinden pay aldıkları için, Kâ’benin bunlar­dan birşeyler beklemesi, olmıyacak şey değildir. Fârisî beyt tercemesi:

Toprakdan çıkan, gökleri aşdı. Yer ile zemân, geride kaldı.

(Mebde’ ve Me’âd) kitâbının o yerinde yazılı olan bir incelik de, böyle­ce anlaşılmış oldu. Ya’nî, Kâ’benin maddeden olan yapısı, herşeyin secde yeri olduğu gibi, Kâ’benin hakîkati de, herşeyin hakîkatinin secde etdik­leri makâmdır sözü anlaşılmış oldu. Çünki, herşeyin hakîkati, Allahü teâ­lânın sonsuz ismlerinden bir ismdir. Bu ism, o şeyin varlığı ve varlıkda kal­ması için lâzım olan her feyzin kaynağıdır. Kâ’benin hakîkati, bu ismlerin üstündedir. Bunun için, bu hakîkat, herşeyin hakîkatlerinin secde yeri olur. Evliyânın büyükleri, hakîkat-i Kâ’beden yukarı yükselir ve yukarıda­ki nûrları alarak, kendi hakîkatlerine inerlerse, Kâ’be, onların bereketle­rine kavuşmak ister.

(Mebde’ ve Me’âd) kitâbında, ülül’azm Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ ve teslîmâtühü” yükseklikleri de yazılmışdı. Ya’nî birbirlerinden üs­tünlükleri bildirilmişdi. O yazılar keşf ve ilhâm ile idi. Keşf ve ilhâm ise, tâm bilgi değildir. Onları yazdığım ve üstünlüklerini ayırdığım için pişmân ol­dum. İstigfâr ediyorum. Çünki, açık delîl bulunmadıkça, o yolda konuşmak câiz değildir. Estagfirullah ve etûbü ileyh min cemî’i mâ kerihallah kavlen ve fi’len!

Mektûbunuzda yazıyorsunuz ki, evde iken sormuşdum, tâliblere tesav­vuf yolunu öğretirsem, iyi olur mu? demişdim. Hayır olmaz buyurmuşdu­nuz, diyorsunuz. Her bakımdan olmaz dediğimi hâtırlamıyorum. Şartları­na uymak lâzımdır. Şartlara uymadan öğretmek iyi olmaz demek istemiş­dim. Şimdi de böyle biliniz! Şartlara uymakda titiz davranınız! Gevşeklik olmasın. Bildirmek lâzım olduğu istihârelerle açıkça anlaşılmadıkca, öğret­memelidir. Kardeşimiz molla yâr Muhammed Kadîme “rahmetullahi teâ­lâ aleyh” de bunu söyleyiniz. Tarîkati öğretmekde acele etmemesini sıkı ten­bîh ediniz. Kazancı çoğaltmağı değil, Allahü teâlânın rızâsını kazanmağı dü­şünmelidir. Sık sık hâlinizi yazınız.

Talebenizden şikâyet ediyorsunuz. Kendinizden şikâyet etmeniz lâzım­dır. Onlarla öyle görüşüyorsunuz ki, sonu üzüntülü olmakdadır. (Üstâd, ta­lebesinin karşısında, iyi giyinmiş, kendine düzen vermiş olmalı) buyurmuş­lardır. Onlarla senli benli olmamalıdır. Arkadaşlık etmemeli, hikâyelerle, latîfelerle vakt geçirmemelidir. Vesselâm.