351 266-Mektub

Allahü teâlâ, siz yüksek hocamın kıy­metli yavrularını da, se’âdet-i ebediyyeye kavuşdursun!

Yüksek üstâdımın, beni dünyâ ve âhıret ni’metlerine kavuşduran kıymet­li hocamın sevgili yavruları! Biliniz ki, herşeye muhtâc olan bu zevallı kardeşiniz, tepeden tırnağa kadar, o yüksek babanızın sadakaları ve ihsân­ları içinde yüzüyorum. İnsanlığın elifbâsını ondan öğrendim. Yükseklikle­ri haber veren kelimeleri ondan okudum. Herkesin, senelerce çalışarak ka­zanabildiği dereceler, onun huzûrunda, terbiyesi altında, az zemânda eli­me geçdi. İnsanlara meziyyet, üstünlük veren bütün kıymetler, ona hizme­timin ikrâmiyesi olarak üzerime serpildi. Hiçbir işe yaramıyan ve insanlık­dan haberi olmıyan bu zevallı, onun nûrlu bakışları altında, ikibuçuk ay için­de olgunlaşarak, büyüklerin yoluna katıldı. Onların Allahü teâlâya olan ya­kınlıklarına kavuşdu. Böyle az bir zemânda, tesavvufu tadmış olanların, te­cellîler, zuhûrlar, nûrlar, hâller ve keyfiyyetler diye anlatmak istedikleri giz­li kazançlar, babanızın parlak kalbindeki deryânın damlaları olarak, önü­me saçıldı. Bunlardan hangi birini anlatayım. Onun, lutf ederek, acıyarak mubârek gönlünü bu fakîre çevirmesi ile, tesavvufcuların tevhîd [bir bil­mek], kurb [yakınlık], ma’ıyyet [berâberlik], ihâta [her tarafı kaplamak], sereyân [her zerrede bulunmak] gibi sözlerle, anlatmak istedikleri ma’ri­fetlerden, ince bilgilerden ele geçmiyen, hemen hemen birisi kalmadı. Bunların içlerinden, özlerinden bildirilmedik bırakılmadı. Vahdet-i vü­cûd dedikleri, herşeyde Allahü teâlânın kemâlâtını görmek ve vahdetde kes­reti bulmak, bu ince bilgilerin başlangıcıdır. İslâm büyüklerinin erişdiği, ta­nıdığı bilgileri, kelime kadrosu ile anlatmağa kalkışmak, câhillik ve ahmak­lık olur. Bunların kavuşdukları, yetişdikleri dereceler çok yüksekdir. An­ladıkları, edindikleri bilgiler ve zevkler çok incedir. Her bilgi satanın, bü­yük ve önder sanılanların yetişeceği, yanaşacağı yer değildir.

O çok yüksek babanızın, bu zevallıya olan ni’metlerine, ihsânlarına karşı, ölünciye kadar, başımı kapınız hizmetçilerinin ayaklarına sürsem, si­ze karşı birşey yapmış olamam. Hangi kusûrumu bildireyim? Mahcûbiyye­timden, yüzümün karasından hangisini meydâna çıkarayım? Allahü teâlâ, Hüsâmeddîn Ahmedden râzı olsun ki, sizlere karşı olan vazîfemizi, borcu­muzu üzerine alarak, kapınıza kul olmakla, hizmetinizde çalışmakla şeref­lenmekde, böylece râhat nefes almamıza sebeb olmakdadır. Fârisî beyt ter­cemesi:

Vücûdümün her zerresi dile gelse de; Şükrünün binde birini yapamam yine!

[Asrların yetişdiremiyeceği, insan gücünün ölçemiyeceği] o kıymetler ha­zînesinin, kapısının eşiğini öpmekle üç def’a şereflenmişdim. Üçüncüsün­de buyurdu ki: (Za’îf düşdüm. Yaşamak ümmîdim azaldı. Benden sonra, ço­cuklarımı gözet!). Sizleri getirdiler. O zemân dahâ küçük idiniz. Kucakda taşınıyordunuz. Size teveccüh etmemi, emr buyurdular. Emrlerine uyarak, yüksek huzûrlarında, üzerinize o kadar teveccüh olundu ki, te’sîri görünü­verdi. Sonra, (Bunların annelerine de, uzakdan teveccüh et!) buyurdular. Yanımızda olmadığı hâlde, onlara da teveccüh olunmuşdu. Emrleri ile ve huzûrlarında olduğu için, o teveccühlerin çok fâideler sağlıyacağını ümmîd ediyorum.