338 260-Mektub

Bunlar, dahâ çok insanın bedeni ile ilgili bil­gilerdir. Peygamberlerin de “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Âlem-i halk ile ilgileri dahâ çok olduğu için, Peygamberliği, insanları çağırmak için, aşa­ğı inmekdir sanmışlardır. Vilâyetde olan derecelere yükseldikden sonra in­mekdir demişlerdir. Yükselmenin sonu ve yakınlığın çokluğu, bu inmekde olduğunu anlamamışlardır. Vilâyetin yüksek derecelerindeki yakınlık, bu yakınlığın zıllerinden bir zılle olan yakınlıkdır. Bu yakınlık, görünüşde uzaklık sanılmakdadır. Vilâyetde olan yükselme, buradaki yükselmenin gö­rüntülerinden biridir. Buradaki yükselme, görünüşde, iniş sanılmakdadır. Meselâ, dâirenin merkezi, çevresinden en uzak olan noktadır. Hâlbuki, dâ­irenin hiçbir noktası, çevreye, merkezinden dahâ yakın değildir. Çünki çev­re, merkezin genişlenmiş, açıklanmış hâlidir. [Çevrenin ta’rîfi bile, merkez noktasının yardımı ile yapılır. Çevrenin çizilebilmesi için, pergelin ayağı­nı merkeze koymak lâzım gelir. Merkez olmazsa, çevre olamaz.] Bu bağ­lılık, merkezden başka, hiçbir noktada yokdur. Görünüşe bakan câhiller, bu yakınlığı anlıyamazlar. Merkez, çevreye en uzak noktadır derler. Mer­kezin en yakın olduğunu söyliyene câhil ve ahmak derler.

Vilâyet-i kübrâ derecesinde, Şerh-i sadr olunca, nefs-i mutmeinne, ma­kâmından yükselerek, göğüs makâmına çıkar. Buraya yerleşir. Böylece, ya­kınlığın sonuna ulaşmış olur. Vilâyet-i kübrâ mertebesinin yükselmesinde­ki makâmların en üstünü, işte bu (Göğüs makâmı)dır. Bu makâma yükse­lenin görüşü keskin olur ve gizli şeyleri görür. Evet, en yükseğe çıkan, en uzağı görür. Nefs-i mutmeinne, makâmına oturdukdan sonra, akl da, yerin­den çıkarak, nefsin yanına gider ve (Akl-i mu’âd) ismini alır. Her ikisi bir­leşerek, çalışmağa başlarlar.

Ey oğlum “rahmetullahi aleyh”! Bu mutmeinne, islâmiyyete karşı gele­mez. Baş kaldıramaz. Bütün varlığı ile, Rabbine dönmüşdür. Ona tutulmuş­dur. Onun rızâsını kazanmakdan başka, hiçbir düşüncesi yokdur. Ona itâ’at ve ibâdet etmekden başka bir düşüncesi yokdur. Önce, mahlûkların en kötüsü olan nefs-i emmâre, şimdi itmînân kazanmış ve Allahü teâlâyı râ­zı ederek, Âlem-i emrin latîfelerinden üstün olmuşdur. Arkadaşlarının şefi olmuşdur. Evet, muhbir-i sâdık [ya’nî hep doğru söyleyici] “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”, (Câhillikde en ileride olanınız, islâm âlimi olun­ca, en ileriniz olur!) buyurmuşdur. Bundan sonra, insanda islâmiyyete uy­mamak, başkaldırmak gibi şeyler görülürse, bunlar cesedi meydâna geti­ren maddelerden hâsıl olur. Gadab, şehvet, hırs gibi aşağı düşünceler bu maddelerden ileri gelmekdedir. Birşeye düşkün olmak, cimrilik, bayağı iş­ler hep onlardan doğmakdadır. Hayvanlarda nefs-i emmâre yokdur. Hâl­buki bu kötülükler, hayvanlarda dahâ çok vardır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Küçük cihâddan döndük, cihâd-ı ekbere geldik!) buyur­duğunda, cihâd-ı ekber olarak, çok kimselerin dediği gibi nefsle cihâdı de­ğil, belki cesed ile cihâdı bildirmişdir. Çünki nefsleri itmînâna kavuşmuş, Rablerinden râzı olmuş, Rableri de o mubârek nefslerden râzı olmuşdur. Bu nefsler islâmiyyetden ayrılamaz. Rablerine karşı baş kaldıramazlar. Ce­sedi meydâna getiren maddelerin islâmiyyete uymuyor görünen arzûları ve baş kaldırmaları, dahâ iyisini yapmağı istememeleridir. İzn verilen şeyle­ri yapmalarıdır. Azîmeti ya’nî en iyisini terk etmeleridir. Yoksa, harâm işlemeği ve farzları, vâcibleri terk etmeği istemezler.