336 260-Mektub

Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” seyre Âlem-i emrden baş­lamışlardır. Hakîkatdan islâmiyyete gelmişlerdir. Seyrleri, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” seyrlerine benziyen Evliyânın büyükleri­nin “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” seyrleri, islâmiyyetin sûretinden, görünüşünden başlar. Yolun ortasında, tarîkat ve hakîkat vardır. Bu ikisi, vilâyetde olur ve Âlem-i emre bağlıdır. Yolun sonunda, islâmiyyetin hakî­katine, özüne varırlar ki, Peygamberliğin meyvesidir. Görülüyor ki, tarîka­tin ve hakîkatin hâsıl olması, islâmiyyetin hakîkatinin hâsıl olması için başlangıcdır. Bunun için, Evliyânın büyüklerinin başlangıcı hakîkatdir. Her ikisinin sonu, islâmiyyetdir. (Evliyânın başlangıcı, Peygamberlerin sonudur) sözü yanlışdır. Bu söz ile, Evliyânın başlangıcı ve Peygamberle­rin sonu, islâmiyyet demek istemişler ise de, işin özünü anlamadıkları için, bu yaldızlı sözü söylemişlerdir. Bu sözümüzü başka kimse söylememiş, hattâ çokları, bunun tersini söylemişdir. Çünki, anlaşılması pek güçdür. Fe­kat, insâflı bir kimse, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” büyüklüğünü düşünürse ve islâmiyyetin kıymetini anlarsa, bu derin ince­liği belki kabûl eder. Bunu kabûl etmesi, îmânının artmasına sebeb olur.

Ey oğlum, iyi dinle! Peygamberler yalnız Âlem-i halkın ibâdet etmesi­ni istemişlerdir. (İslâmiyyet, beş şey üzerine kurulmuşdur...) hadîs-i şerî­fi bunu göstermekdedir. Kalb Âlem-i halka çok yakın olduğu için, kalbin tasdîkını da istemişlerdir. Âlem-i emrin öteki dört latîfesinin sözünü etme­mişlerdir. Bunları hesâba katmamışlardır. Doğrusu da budur. Çünki, Cen­net ni’metleri, Cehennemdeki azâblar ve Allahü teâlâyı görmek ni’meti ve buna kavuşamamak felâketi hep Âlem-i halka olacakdır. Âlem-i emrin bunlarla ilgisi yokdur. Bundan başka, farz, vâcib ve sünnet ile ibâdetler, Âlem-i halkdan olan cesed ile yapılmakdadır. İbâdetlerden, Âlem-i emr ile ilgili olanı, nâfilelerdir. İbâdetlerin sevâblarının mikdârı, ibâdetin mik­dârı ile ölçülür. Bunun için, farzlardan hâsıl olan yakınlık, Âlem-i halkın yaklaşmasıdır. Nâfileler de, Âlem-i emrin yaklaşmasına sebeb olur. Elbet­te nâfilenin kıymeti, farzın kıymeti yanında hiç gibidir. Okyânûs yanında, bir damla kadar bile değildir. Nâfilenin kıymeti, sünnetin yanında bile böy­ledir. Sünnet de, farzın yanında, okyânûs yanındaki bir damla su gibidir. Bu ikisinin yaklaşdırması arasındaki büyük farkı, buradan anlamalıdır. Âlem-i halkın, Âlem-i emrden üstünlüğünü, bu farkdan ölçmelidir. Çok kimseler, bu inceliği bilmedikleri için, farzları bırakıp, nâfilelerin yayılma­sına çalışıyorlar. Câhil sôfîler, zikre, fikre sarılıp, farzları ve sünnetleri yap­makda gevşek davranıyorlar. Kırk gün çile çekmeği ve riyâzetler yapma­ğı beğeniyor, Cum’a nemâzına ve cemâ’ate gitmiyorlar. Hâlbuki, bir farz nemâzı cemâ’at ile kılmak, onların binlerle, kırk günlük çilelerinden da­hâ fâideli olduğunu bilmiyorlar. Evet, islâmiyyetin edeblerini gözetmek şar­tı ile, zikr ve fikr çok fâideli ve pek kıymetlidir. Câhil hocalar da, nâfile­lerin yayılmasına çalışıyor, farzların yapılmasına aldırış etmiyor, terk edil­mesine sebeb oluyorlar. Meselâ, Aşûre nemâzının, Resûlullahdan “aley­hi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” haber verildiği iyi bilinmiyor. Bunu cemâ’at ile ve ehemmiyyet vererek kılıyorlar. Hâlbuki, nâfile nemâzı cemâ’at ile kılmanın mekrûh olduğunu fıkh kitâblarında okuyorlar. Farzları kılmak­da gevşek davranıyorlar. Farzları müstehâb olan zemânlarında kılanları pe­kazdır.