335 260-Mektub

Belki bunun için olmalıdır ki, Peygamberi­miz “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât”, o merkezdeki topluluğun, açıklanmasını istiyerek, İbrâhîm aleyhisselâma yapılan salevât ve berekât gibi, kendisine de salevât ve berekât okunmasını emr buyurmuşdur. Bu fa­kîre gösterdiler ki, bin sene geçdikden sonra, o topluluğun tafsîli kendisi­ne de verildi. Arzûsu kabûl olundu. Bundan dolayı ve bütün ni’metleri için, Allahü teâlâya hamd olsun! O yüksek makâmın kemâlâtı, Vilâyetlerin kemâlâtının ve Nübüvvet ve Risâletin kemâlâtının üstündedir. Nasıl yük­sek olmasın ki, o makâm, Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ve meleklerin, kendisine karşı secde etdikleri şeyin hakîkatidir. Bu fakîrin (Mebde’ ve Me’âd) kitâbında yazdığım; hakîkat-i Muhammedî, kendi makâmından yükselerek, üstündeki, Kâ’benin hakîkati makâmına çı­kar ve onunla birleşir. Hakîkat-i Muhammedînin ismi, hakîkat-i Ahmedî olur demişdim. Burada yazılı olan, Kâ’benin hakîkati, bu hakîkatin zılle­rinden bir zıldir. Kâ’benin hakîkati, görünmemiş olduğu için, bu zılli hakî­kat sanmışdım. Böyle karışıklık, çok olmakdadır. Birşeyin hakîkati görün­mediği zemân, zıl asl sanılmakda, hakîkat diyerek adlandırılmakdadır. Bunun içindir ki, bir makâm, birkaç kerre görünmekdedir. Çünki bu ma­kâmın çok görünmesi, zıllerinin görünmesidir. O makâmın hakîkati, en son görünenidir. Bir görünüşün, son görünüş olduğu nasıl anlaşılır denirse, on­dan önceki görünüşlerin zıl olduklarını anlamak, buna en güzel şâhiddir. Çünki bu bilgi, önceki görünüşler zemânında yokdu. Her görünüş hakîkat sanılıyordu. Hiçbiri zıl bilinmiyordu. Bu hakîkatlerin birbirlerine niçin benzemedikleri bilinmediği hâlde, hiçbiri zıl olarak bilinmiyordu.

Ey oğlum “rahmetullahi aleyh”! Yukarıda yazılı ma’rifetlerden anlaşıl­dı ki, Âlem-i emrin kemâlâtı, başlangıcdır. Âlem-i halkın kemâlâtına ulaş­dıran merdiven gibidir. Âlem-i emrin kemâlâtında hep zıl bulunur. Vilâyet makâmlarında ele geçer. Âlem-i halkın kemâlâtında zıl bulunmaz. Nü­büvvet makâmlarında ele geçer. Zıl, dünyâda görünenlerde bulunur. Gö­rülüyor ki, tarîkat ve hakîkat, vilâyetde olur ve islâmiyyetin yardımcıları­dır. İslâmiyyet, Nübüvvet mertebesinde olur. Vilâyet, Nübüvvete kavuşdu­ran köprü gibidir.

Yukarıda bildirilenlerden anlaşılıyor ki, Nakşibendiyye büyüklerinin seç­dikleri yolda, seyre Âlem-i emrden başlanarak, aşağı olan Âlem-i emrden, yukarı olan Âlem-i halka çıkılmakdadır. Bunun için, en uygun, en iyi yol­dur. Yukarıdan aşağı olan başka seyrlerde, ne kazanılır? Bu inceliği herke­se bildirmediler. Başkaları görünüşe bakarak, Âlem-i halkı aşağı sandı. Bu aşağıdan yukarı çıkmağı, yükselmek bildiler. İşin doğrusunun böyle olma­dığını anlamadılar. Aşağı sandıkları, hakîkatde yükseklikdir. Yüksek gör­dükleri de aşağıdır. Evet, Âlem-i halk, dâirenin sonu olduğundan, aslların aslı olan birinci noktanın yanında bulunmakdadır. Başka hiçbir nokta, böyle yakın değildir. Fârisî mısra’ tercemesi:

Afva kavuşan, günâhkârlardır

Bu bilgiler, ancak Nübüvvet aynasından görülür. Vilâyet sâhiblerin­den, bu ma’rifete kavuşanlar pekazdır.