290 234-Mektub

Cevâb: Söylediklerimizden, ayrılabilecekleri anlaşılmaz. Çünki bu zıl, o asla lâzımdır. Ondan ayrılamaz. Böyle olmakla berâber, yalnız Zât-i te­âlâyı arayan, ismleri ve sıfatları hiç düşünmiyen bir ârif, o mertebede yal­nız zâtı bulur. Hiçbir sıfatı düşünmez. Bu, o zemân sıfatlar bulunmaz de­mek değildir. Görülüyor ki, ârife göre, sıfatlar, Zât-i ilâhîden ayrılmış gi­bi sanılmakdadır. Dışarda ayrılmış değildirler. Bunun için, Ehl-i sünnet âlim­lerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiklerine uygun olur. Bu­nu iyi anlamalıdır.

Bu açıklamalardan sonra, (Kendini tanıyan, Rabbini tanır) sözü iyi an­laşılır. [İbni Hacer-i Mekkî “rahmetullahi aleyh”, bu sözün sâhibinin haz­ret-i Alî “radıyallahü anh” olduğunu bildiriyor. Mâverdî, (Edeb-üd-dün­yâ) kitâbında bunun hadîs-i şerîf olduğunu yazmakdadır. Demek ki, ibni Ha­cerin sözü, bunun hadîs-i şerîf olmadığını göstermemekdedir.] Çünki bir kimse, kendisini kötü olarak ve aşağı olarak tanıyınca ve kendisinde bulu­nan her iyiliğin ve üstünlüğün Vâcib-ül-vücûd hazretleri tarafından ödünç verilmiş olduğunu anlayınca, Hak teâlâyı iyi ve üstün ve güzel olarak tanır.

Buraya kadar yapılan açıklamalar anlaşılınca, Nûr sûresindeki, (Alla-hü teâlâ, yerin ve göklerin nûrudur) meâlindeki âyet-i kerîmenin özü meydâna çıkar. Çünki, mümkinlerin hepsi ademlerdir. Ademler de hep kö­tülük ve aşağılıkdır. Mümkinlerdeki iyilik ve üstünlük ve güzellik ve düz­günlük, Allahü teâlânın kendisi olan vücûdden gelmişdir. Bu vücûd, iyilik­lerin ve üstünlüklerin kaynağıdır. Bu anlaşılınca, göklerin ve yerin nûru bu vücûddür. Bu vücûd, Vâcib-i teâlânın kendisidir. Bu nûr, göklerde ve yer­de, zıllerinin yardımı ile bulunduğundan, zıllerin yardımı olmaksızın, doğ­rudan doğruya bulunduğunu sanmamak için, bu nûru bir misâl ile anlat­makdadır. (Onun nûru bir fenere benzer. O fenerin içinde zeytinyağında­ki fitilde yanan ışık vardır. Bu ışıklı fitil cam bir kandil içindedir...) meâlin­deki âyet-i kerîmeyi inşâallah başka bir mektûbda uzun açıklayacağız. Çünki, uzun yazılacak şeyler vardır. Bu mektûbumuza sığdıramayacağız. Âyet-i kerîmeleri böyle açıklamaya (Te’vîl) denir.

Kur’ân-ı kerîmin tefsîri, ancak Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sel­lem” işitildiği gibi yapılabilir. (Kur’ân-ı kerîmi, kendi görüşüne, anlayışı­na göre tefsîr eden kâfir olur) hadîs-i şerîfi, bunu bildirmekdedir. (Te’vîl) böyle değildir. Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun olmak şartı ile, her âlim, anladığı gibi te’vîl yapabilir.

Mümkinlerin aslları, kendileri ademlerdir dedik. Mümkinlerin aşağı, bo­zuk sıfatları, bu ademlerden, Allahü teâlânın îcâd etmesiyle hâsıl olur. Mümkinlerdeki iyilikler ve üstünlükler, vücûdün kemâllerinin zıllerinden ödünc olarak alınmışdır ve Allahü teâlânın îcâdı ile hâsıl olmakdadırlar.

Birşeyin iyi veyâ kötü olduğunu anlamak kolaydır. Âhıret için olan şeyler, güzel görünmeseler bile, güzeldir. Dünyâ için olan şeyler, güzel görünseler, tatlı ve iyi anlaşılsalar bile çirkindir. Dünyânın yaldızlı güzel­likleri, hep böyledir. Bunun içindir ki, islâmiyyetde oğlanların ve yabancı kadınların güzelliğine istek ve şehvetle bakmak yasak edilmişdir. Dünyâ­nın yaldızlı, güzel görünen bütün pislikleri böyledir. Bunlar hep ademden hâsıl olur. Ademden ise, hep kötülük ve bozukluk meydâna gelir.