Cevâb: Söylediklerimizden, ayrılabilecekleri anlaşılmaz. Çünki bu zıl, o asla lâzımdır. Ondan ayrılamaz. Böyle olmakla berâber, yalnız Zât-i teâlâyı arayan, ismleri ve sıfatları hiç düşünmiyen bir ârif, o mertebede yalnız zâtı bulur. Hiçbir sıfatı düşünmez. Bu, o zemân sıfatlar bulunmaz demek değildir. Görülüyor ki, ârife göre, sıfatlar, Zât-i ilâhîden ayrılmış gibi sanılmakdadır. Dışarda ayrılmış değildirler. Bunun için, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiklerine uygun olur. Bunu iyi anlamalıdır.
Bu açıklamalardan sonra, (Kendini tanıyan, Rabbini tanır) sözü iyi anlaşılır. [İbni Hacer-i Mekkî “rahmetullahi aleyh”, bu sözün sâhibinin hazret-i Alî “radıyallahü anh” olduğunu bildiriyor. Mâverdî, (Edeb-üd-dünyâ) kitâbında bunun hadîs-i şerîf olduğunu yazmakdadır. Demek ki, ibni Hacerin sözü, bunun hadîs-i şerîf olmadığını göstermemekdedir.] Çünki bir kimse, kendisini kötü olarak ve aşağı olarak tanıyınca ve kendisinde bulunan her iyiliğin ve üstünlüğün Vâcib-ül-vücûd hazretleri tarafından ödünç verilmiş olduğunu anlayınca, Hak teâlâyı iyi ve üstün ve güzel olarak tanır.
Buraya kadar yapılan açıklamalar anlaşılınca, Nûr sûresindeki, (Alla-hü teâlâ, yerin ve göklerin nûrudur) meâlindeki âyet-i kerîmenin özü meydâna çıkar. Çünki, mümkinlerin hepsi ademlerdir. Ademler de hep kötülük ve aşağılıkdır. Mümkinlerdeki iyilik ve üstünlük ve güzellik ve düzgünlük, Allahü teâlânın kendisi olan vücûdden gelmişdir. Bu vücûd, iyiliklerin ve üstünlüklerin kaynağıdır. Bu anlaşılınca, göklerin ve yerin nûru bu vücûddür. Bu vücûd, Vâcib-i teâlânın kendisidir. Bu nûr, göklerde ve yerde, zıllerinin yardımı ile bulunduğundan, zıllerin yardımı olmaksızın, doğrudan doğruya bulunduğunu sanmamak için, bu nûru bir misâl ile anlatmakdadır. (Onun nûru bir fenere benzer. O fenerin içinde zeytinyağındaki fitilde yanan ışık vardır. Bu ışıklı fitil cam bir kandil içindedir...) meâlindeki âyet-i kerîmeyi inşâallah başka bir mektûbda uzun açıklayacağız. Çünki, uzun yazılacak şeyler vardır. Bu mektûbumuza sığdıramayacağız. Âyet-i kerîmeleri böyle açıklamaya (Te’vîl) denir.
Kur’ân-ı kerîmin tefsîri, ancak Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işitildiği gibi yapılabilir. (Kur’ân-ı kerîmi, kendi görüşüne, anlayışına göre tefsîr eden kâfir olur) hadîs-i şerîfi, bunu bildirmekdedir. (Te’vîl) böyle değildir. Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun olmak şartı ile, her âlim, anladığı gibi te’vîl yapabilir.
Mümkinlerin aslları, kendileri ademlerdir dedik. Mümkinlerin aşağı, bozuk sıfatları, bu ademlerden, Allahü teâlânın îcâd etmesiyle hâsıl olur. Mümkinlerdeki iyilikler ve üstünlükler, vücûdün kemâllerinin zıllerinden ödünc olarak alınmışdır ve Allahü teâlânın îcâdı ile hâsıl olmakdadırlar.
Birşeyin iyi veyâ kötü olduğunu anlamak kolaydır. Âhıret için olan şeyler, güzel görünmeseler bile, güzeldir. Dünyâ için olan şeyler, güzel görünseler, tatlı ve iyi anlaşılsalar bile çirkindir. Dünyânın yaldızlı güzellikleri, hep böyledir. Bunun içindir ki, islâmiyyetde oğlanların ve yabancı kadınların güzelliğine istek ve şehvetle bakmak yasak edilmişdir. Dünyânın yaldızlı, güzel görünen bütün pislikleri böyledir. Bunlar hep ademden hâsıl olur. Ademden ise, hep kötülük ve bozukluk meydâna gelir.
4:48 minutes ( 2.22 MB)