259/260 216-Mektub

216
İKİYÜZONALTINCI MEKTÛB

Bu mektûb, mirzâ Hüsâmeddîn Ahmede “rahmetullahi aleyh” yazılmış olup, Evliyânın kerâmetini bildirmekdedir:

Herşeyi yokdan var edip, her ân varlıkda durduran, cânlıları besliyen, büyüten Allahü teâlâya hamd ederim. Onun Peygamberlerine ve bunların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma ve ona yakın olanlara, salât ve selâm eylerim!

Dağlar, tepeler, dostlarla aramızda perde olduğundan, görünüşdeki uzaklık, buluşmağı, konuşmağı, Ankâ kuşu gibi, ele geçmez bir şekle sok­muşdur. Ara sıra yeni bilgileri yazıp, sevdiklerime yollamağı, âcizâne dü­şündüm. Bunun için tektük gönderdiğim bilgilerden, usanmıyacağınızı ümmîd ederim.

Kıymetli efendim! Bugünlerde, her ağızda, Evliyânın “rahmetullahi aleyhim ecma’în” kerâmeti dolaşmakda, câhil halk, hârika, kerâmet ara­makda olduğundan, bu yolda, birkaç şey yazmağı uygun gördüm. Lütfen dikkatli okuyunuz! Vilâyet ya’nî Evliyâlık, Fenâ ve Bekâ demekdir. Bu de­receye yetişenlerde, hârikalar, keşfler görülür. Fekat, hârikaların çok ol­ması, vilâyetin temâmlığını ve olgunluğunu bildirmez. Hârikaları dahâ az olduğu hâlde, vilâyeti dahâ kâmil olanlar, çok görülmüşdür. Hârikaların çok olmasının sebebi ikidir:

1- Urûc ederken, pekçok yükselmek.

2- Nüzûl ederken pekaz inmek.

Hattâ, hârikaların çok görünmesinin başlıca sebebi, ikincisidir. Ya’nî yu­karı makâmdan aşağıya inmenin az olmasıdır. Çünki, aşağı dereceye inen Velî, sebebler âlemine inmiş olur. Her hâdisenin bir sebeble hâsıl olduğu­nu bilir. Sebebleri yaratanın “celle celâlüh”, eşyâyı sebeblerle hareket et­dirdiğini görür. Hâlbuki, aşağı dereceye geri dönmiyen veyâ az inip, sebeb­ler derecesine düşmiyen Evliyâ, yalnız sebeblerin sâhibini, sebeblere kuv­vet ve te’sîr vereni görüp, sebebleri göremez. Allahü teâlâ, herkese lâyık ola­nı, umduğunu verdiğinden, bu iki Velîye başka dürlü ihsânda bulunur. Se­bebleri görenin işlerini, arzûlarını, sebeb ile yaratır. Sebebleri görmiyene ise, sebebsiz verir. Nitekim hadîs-i kudsîde, (Kullarım beni zan etdikleri gibi bu­lur) buyurulmakdadır. Bu ümmetde, çok Evliyâ gelip geçmişdir. Bunların içinde Muhyiddîn seyyid Abdülkâdir-i Geylânîden “kuddise sirruh” hâsıl olan hârikalar kadar, hiçbirinden hâsıl olduğu işitilmemişdir. Bunun sebe­bi, uzun zemândan beri, zihnimi kurcalıyordu. Bir dürlü anlıyamıyordum. Sonra, Hak sübhânehü ve teâlâ bu bilmeceyi açıkladı. Anlaşıldı ki, o büyük Velî “kuddise sirruh”, Evliyânın hepsinden dahâ yukarı çıkmış, inişde, Rûh makâmına kadar tenezzül etmişdir. Rûh derecesi ise, sebeblerin bulundu­ğu âlemin üstündedir. Hasen-i Basrî ile Habîb-i Acemînin “kuddise sirru­hümâ” hâlini burada bildirmek uygun olur. Şöyle ki, birgün, Hasen-i Bas­rî, Dicle kenârında gemi bekliyordu. Habîb-i Acemî çıkageldi ve (Ne bek­liyorsun?) dedi. (Gemiye bineceğim, onu bekliyorum) deyince, Habîb, (Gemiye ne hâcet, sen, yakîn mertebesine varmamışsın!) dedi. Hasen-i Basrî ise, (Sen de ilm-ül-yakîn derecesine ermemişsin) dedi. Habîb, gemi­yi beklemeyip, su üzerinden yürüyüp karşıya geçdi. Hasen ise, gemiyi bek­lemekde kaldı. Çünki, sebebler âlemine kadar inmiş olduğundan, onun iş­lerini, sebebler te’sîri ile yapıyorlardı. Habîb-i Acemî ise, işlerin yaratılma­sında, sebebleri görmediğinden, onun isteklerini sebebsiz olarak ihsân edi­yorlardı. Hasenin derecesi, Habîbin derecesinden dahâ yüksekdir. Çünki, (İlm makâmı)ndadır. Ya’nî, ayn-ül-yakîni, ilm-ül yakîn ile birleşdirmişdir. Hâdiselerin husûle gelmesini, olduğu gibi, doğru görmekdedir. Allahü te­âlâ, kudretini, hikmet altında gizlemekde, herşeyi sebebler te’sîri ile yapmak­dadır. Habîbe gelince, O, aşk-ı ilâhînin serhoşudur. Sebebleri göremeyip, asl yapana bakmakdadır ki, bu görüşü yanlışdır. Çünki, arada sebebler vardır.

Tâlibleri irşâd etmek vazîfesi, hârikalar göstermenin aksinedir. Çünki Rehber, ne kadar çok inmiş olursa, irşâdı o kadar kuvvetli olur. İrşâd ede­bilmek için, tâlib ile rehberin birbirine yakın olması lâzımdır. Bu da, Reh­berin aşağı dereceye ya’nî tâliblerin derecesine inmiş olması ile olur. Bir Ve­lî, ne kadar çok yükselirse, inişi o kadar çok aşağı olur. Bunun içindir ki, Pey­gamberlerin son geleni “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât”, hepsinden yukarı gitdi. İnişde de, hepsinden aşağı geldi. Bundan dolayı, Onun da’ve­ti, irşâdı, hepsinden kuvvetli oldu ve bütün insanların Peygamberi oldu. Çün­ki inişi fazla olduğundan, mahlûklara yakınlığı, dahâ çok oldu. Böylece, ken­disinden istifâde, dahâ kolay oldu. Tesavvuf yolunda, nihâyete varmayıp, or­talarda bulunan Velîler, tâliblere, nihâyete varmış da inememiş Velîlerden dahâ çok fâideli oluyor. Çünki ortalardakilerin hâli, başlangıcdakilere da­hâ uygundur. Bunun içindir ki, şeyh-ul-islâm Hirevî Abdüllah-i Ensârî bu­yurdu ki, (Eğer Ebül-Hasen-i Harkânî ile Muhammed Kassâb bir şehrde bu­lunsaydı, sizi Muhammed Kassâba gönderirdim. Çünki o, tâliblere, Harkâ­nîden dahâ fâideli olur). Harkânî, nihâyete varmışdı. Tâlibler, ondan, pek istifâde edemezdi. Ya’nî aşağı dönmiyen Velî, nihâyete varmakla, tâlibleri iyi yetişdiremez. Fekat, nihâyete varan Velîler, geriye indikden sonra, kuv­vetli ifâde ve terbiye edicidir. Çünki, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sel­lem”, herkesden dahâ yükselmiş iken, ifâde, terbiye etmesi, herkesden çok idi. Görülüyor ki, ifâdenin, terbiye etmenin azlığı, çokluğu iniş mikdârına bağlı olup, nihâyete varıp varmamağa bağlı değildir. Burada, dikkat edile­cek bir incelik vardır ki, o da, Velînin “rahmetullahi aleyhim ecma’în”, kendi vilâyetini bilmesi lâzım olmadığı gibi, kendisinden hârika, kerâmet hâ­sıl olduğunu bilmesi de şart değildir. Çok olur ki, herkes onun kerâmetini görür. Onun bu kerâmetlerden hiç haberi olmaz. İlm ve keşf sâhibi olan Ev­liyânın da, kendi kerâmetlerinden ba’zısını bilmemesi câizdir. Ba’zan, bun­ların Âlem-i misâldeki şekllerini, sûretlerini bir ânda, çeşidli memleketler­de, herkese gösterirler. Uzak yerlerde, şaşılacak işleri yapdıkları görülür. Hâl­buki kendisi, bunları hiç bilmez. Hazret-i Mahdûmî mevlânâ Nûreddîn-i Câ­mî “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Büyüklerden birine, çeşidli yerlerden gelen tanıdıkları, seni Mekke-i mükerremede gördük ve birlikde hac yap­dık. Başkaları da, seni Bağdâdda gördük ve birlikde şöyle şöyle şeyler yap­dık derlerdi. Hâlbuki, o kimse, o günlerde evinden çıkmamışdı ve o kimse­leri görmemişdi. Acabâ niçin böyle söylüyorlar) derdi. [O kimse mevlânâ Câmî’in kendisi idi.] Her işin doğrusunu, yalnız Allahü teâlâ bilir. Dahâ faz­la yazmağa lüzûm yok. Merâk etdiğinizi, dahâ çok anlamak istediğinizi öğrenirsem, inşâallah, dahâ çabuk ve dahâ çok yazarım. Vesselâm.