151 100-Mektub

100
YÜZÜNCÜ MEKTÛB

Bu mektûb, yine molla Hasen-i Kişmîrîye yazılmışdır. Şeyh Abdülke­bîr-i Yemenînin, Allahü teâlâ gaybı bilmez sözüne cevâb vermekdedir:

Okşayıcı, kıymetli mektûbunuzu okumakla şereflendik. İhsân ederek yazdıklarınızı anladık. Şeyh Abdülkebîr-i Yemenî, Hak teâlâ gaybı bilmez demiş. Bunu soruyorsunuz. [(Reşehât) kitâbında Muhammed Rûhî okunur­ken, Abdülkebîrin bu sözü de görülmekdedir.]

Efendim! Bu fakîr, bu gibi sözleri dinlemeğe dayanamıyorum. Elimde olmıyarak, Fârûkî damarım kabarıyor. Bunlardan, islâmiyyete uygun bil­giler çıkarmağa vakt bırakmıyor. Böyle sözleri söyleyen kimse, ister şeyh Kebîr-i Yemenî olsun, ister şeyh Ekber-i Şâmî olsun, hiçbirini duymak is­temiyorum. Bize Muhammed-i Arabînin buyurduğu sözler lâzımdır “aley­hi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”. Muhyiddîn-i Arabînin ve Sadreddîn-i Ko­nevînin ve Abdürrezzâk-ı Kâşînin sözleri lâzım değildir.[1] Bize (Nass) lâ­zımdır. (Fuss) [ya’nî Füsûs kitâbı] lâzım değildir. Fütûhât-i Medeniyye varken, (Fütûhât-i Mekkiyye) kitâbına bakmayız. Hak teâlâ, Kur’ân-ı ke­rîmde, gaybı bildiğini söyliyerek kendini övüyor. (Âlim-ül-gayb) olduğu­nu bildiriyor. (Hak teâlâ gaybı bilmez demek), çok çirkin, pek iğrenç bir söz­dür. Doğrusu, Hak teâlâya inanmamakdır. Gayb kelimesi, başka şeyi de gös­termekdedir demek, insanı bu alçaklıkdan kurtaramaz. Ağızlarından çıkan sözün büyüklüğünü, kulakları duymuyor. İslâmiyyete uymıyan böyle söz­lerle ne demek istediklerini keşki bilseydim. Hallâc-ı Mensûr (Enel Hak) dedi ise ve Bâyezîd-i Bistâmî (Sübhânî) dedi ise “rahime-hümallah” suç­lu olmakdan kurtulabiliyorlar. Kendilerini hâl kapladığı zemân, şü’ûrları, aklları örtülmüş iken, söylemişlerdir. Fekat, bunların sözleri, hâl bildirmi­yor. Bir ilm, bilgi anlatıyor. (Bu kelimenin te’vîl edilmesini istemişdim) de­meleri, onları suçlu olmakdan kurtarmaz. Böyle kelimelerin te’vîli makbûl değildir. Çünki, yalnız sekr hâlinde söylenmiş olan uygunsuz sözlerden, baş­ka şey anlamağa çalışılır. Aklı başında olan kimsenin sözünden başka şey­ler anlamağa çalışılmaz. Böyle şeyler söyliyen kimse, eğer (Melâmet) yo­lunu tutarak, kendini herkesin gözünden düşürmek istemiş ise, bu da çok çirkin ve utanılacak birşey olur. İnsanları kendinden soğutmak, yanından kaçırmak için, yapılacak çok şey vardır. Bunları bırakıp da, kâfir olmağa yaklaşmağa ne lüzûm vardır? Bu sözün ne demek olabileceğini soruyorsu­nuz. Her süâle cevâb vermek lâzım olduğundan, burada birkaç şey bildi­receğim:

Gaybı ancak Allahü teâlâ bilir. Gayb, yok demek olursa, yok olan şey­ler bilinmez demişlerdir. Gayb, her bakımdan yok demek olunca, onu bil­mek düşünülemez. Eğer, bilineceğini düşünürsek, her bakımdan yok olmak­dan ve hiçbir şey olmamakdan kurtulmuş olur. Bunun gibi, Hak teâlâ, kendi şerîkini, ortağını bilicidir denilemez. Çünki, Allahü teâlânın şerîki hiç yokdur. Böyle birşey hiç olamaz. Evet, gayb kelimesinin ve şerîk keli­mesinin bildirdikleri şeyler düşünülebilir. Fekat biz bu şeylerin kendileri­ni söylüyoruz. Bu kelimelerin ne bildirdiklerini söylemiyoruz. Var olamı­yacak şeylerin hepsi de böyledir. Bunların neler oldukları düşünülebilir. Fe­kat var olmaları düşünülemez. Çünki, varlıkları bilinirse, bunlara var ola­mıyacak denilemez. Hiç olmazsa, zihnde var olmaları lâzım gelir. Mevlâ­nâ Muhammed Rûhînin yukarıdaki sözden anladığını beğenmemekde haklısınız. Yalnız bir varlık olan o mertebede ilmin bağlılığı yokdur demek, ilm yok demekdir. Yalnız gaybın ilmi yokdur demek, değersizdir. Mevlâ­nânın o sözden anladığının doğru olmadığını şu da gösteriyor ki, o (Eha­diyyet-i mücerrede mertebesi)nde ilmin bağlantısı yok ise de, Hak teâlâ­nın âlim olması değişmez. Çünki, o mertebede kendisi âlimdir. İlm sıfatı ile âlim olmaz. Çünki, o mertebede, ilm sıfatı yokdur. Sıfatlara inanmayan kim­seler de, Allahü teâlânın âlim olduğunu bildirmekdedir. İlm sıfatının var olduğuna inanmadıkları hâlde, bu sıfatda olan bilmenin, zâtda bulunduğu­nu bildirmekdedirler.

Yukarıdaki sözden sizin anladığınıza gelince, gayb kelimesinden zât-i ilâ­hîyi anlıyorsunuz. Bu gayba hiçbir ilm, hattâ Vâcib teâlânın ilmi de yeti­şemez diyorsunuz. Anlaşılacak şeyler içinde, doğruya en yakın olanı sizin bu anlayışınızdır. Bununla berâber, Vâcib teâlânın ilmi, kendi zâtını bilmez demek, bu fakîre ağır geliyor. Bilmiyeceğini göstermek için, ilmin, biline­cek şeyi kavraması lâzımdır. Zât-i teâlâ ise, ihâta edilemez. Kavranamaz. Bunun için de bilinemez diyorsunuz. Bu sözünüz, ilm-i husûlî için doğru­dur. Çünki, ilm-i husûlî ile bilmekde bilinen şeyin sûreti, ilm kuvvetinde hâsıl olmakdadır. Fekat, ilm-i huzûrî ile bilmekde, sûretin ilmde hâsıl ol­ması hiç lâzım değildir. Allahü teâlânın ilm sıfatı ilm-i huzûrîdir. Bundan dolayı, ilm-i ilâhî, huzûr yolu ile, zât-i ilâhîyi bilir. Herşeyin doğrusunu an­cak Allahü teâlâ bilir. Allahü teâlâdan, sevgili efendimiz, Muhammed aleyhisselâma ve onun temiz âline “radıyallahü anhüm ecma’în” salât ve selâmet ve bereket dileriz. Evveliniz ve sonunuz selâmet olsun!

[1]  Çünki, bu büyük Velîlerin ba’zı kelimeleri te’vîle muhtâcdır. Te’vîl, muhtelif ma’nâlar içinden islâmiyyete uygun olanı seçmekdir. Bunu herkes yapamaz.