148/149/150 99-Mektub

99
DOKSANDOKUZUNCU MEKTÛB

Bu mektûb, molla Hasen-i Kişmîrîye, cevâb olarak yazılmış olup, Alla­hü teâlâyı hiçbir ân unutmamak nasıl olacağı, insanın kendini bilmediği uy­ku zemânında da, Onun unutulmıyacağı bildirilmekdedir:

Kıymetli mektûbunuzu okumakla şereflendik. Bu yolun büyüklerinden ba’zısı “rahmetullahi aleyhim ecma’în” Allahü teâlâya her ân âgâh ol­duklarını ve uyku zemânında da, her ân, Onu hâtırladıklarını haber vermiş­dir. Bunun nasıl olacağını soruyorsunuz. Kıymetli efendim! Bunu anlata­bilmek için, önce birkaç şeyi bildirmek lâzımdır. Kısaca yazıyorum. Dikkat­li okuyunuz!

İnsanın rûhu, bu gördüğümüz cesed ile birleşmeden önce, terakkî ede­mez, ilerliyemezdi. Kendine mahsûs makâmda, derecede bağlı ve mahbûs gibi idi. Fekat, bu cesede indikden sonra, yükselebilmek hâssası ve kuvve­ti ona verilmişdir. Bu hâssası, onu melekden üstün ve şerefli yapmışdır. Al­lahü teâlâ lutf ederek, ihsân ederek, rûhu, bu hissiz, hareketsiz olan, hiç­bir şeye yaramıyan, karanlık cesed ile birleşdirdi. Rûh ışığını, karanlık cesed ile birleşdiren, madde olmıyan, zemânlı, mekânlı olmıyan rûhu, maddeden yapılan cesed ile bir arada bulunduran, Allahü teâlâ, çok büyük­dür. Bütün büyüklük, üstünlükler, yalnız Ona mahsûsdur. Onda hiç kusûr olamaz. Bu sözün ma’nâsını iyi kavramak lâzımdır. Rûh ile cesed, her ba­kımdan, birbirinin aksi, zıddı olduğundan, bunların bir arada kalabilmesi için, Allahü teâlâ, rûhu nefse âşık etdi. Bu sevgi, bunların bir arada kalma­sına sebeb oldu. Kur’ân-ı kerîm, bu hâli bize haber veriyor. Vettîn sûresi­nin bir âyetinde meâlen, (Biz insanın rûhunu, güzel bir sûretde yaratıp, son­ra en aşağı dereceye indirdik) buyuruldu. Rûhun bu dereceye düşürülme­si ve bu aşka tutulması, kötülemeğe benzeyen bir medhdir. İşte rûh, nefse karşı olan bu aşkı, sevgisi sebebi ile, kendini nefs âlemine atdı ve nefse tâ­bi’, esîr oldu. Hattâ, kendinden geçdi. Kendisini unutdu. Nefs-i emmâre hâ­lini aldı. Sanki nefs-i emmâre oldu. Rûh, her şeyden dahâ latîf, [maddenin en hafîfi olan hidrogen gazından, hattâ bir elektrondan da dahâ hafîf] ol­duğundan, madde bile olmadığından, her ne ile birleşirse onun hâline, şekline ve rengine girer. Kendini unutduğu için, evvelâ kendi âleminde, de­recesinde iken, Allahü teâlâya olan bilgisini de unutdu. Câhil ve gâfil ol­du. Nefs gibi cehâlet karanlığı ile karardı. Allahü teâlâ, çok merhametli ol­duğu, çok acıdığı için, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gön­derip, bu büyükler vâsıtası ile rûhu kendine çağırdı ve ma’şûku, sevgilisi olan nefse uymamasını, nefsi dinlememesini ona emr etdi. Rûh bu emri dinle­yip, nefse uymaz, ondan yüz çevirir ise, felâketden kurtulur. Yok eğer, başını kaldırmaz, nefsle berâber kalmak, bu dünyâdan ayrılmamak ister­se, yolunu şaşırır, se’âdetden uzaklaşır.

Bu sözümüzden, rûhun, nefsle bir­leşmiş olduğu, hattâ kendisini unutup, nefs hâlini almış olduğu anlaşıldı. İş­te rûh, bu hâlde kaldıkca, nefsin gafleti, câhilliği, rûhun da gafleti, cehâle­ti olur. Yok eğer, rûh, nefsden yüz çevirir, ondan soğur, onun yerine Alla­hü teâlâyı severse ve kendi gibi, bir mahlûku sevmekden kurtulup, sonsuz var olan, hakîkî Bâkîye âşık olup, bu aşk ile kendinden geçerse, zâhirin, ya’nî nefsin gafleti, cehâleti, bâtına, ya’nî rûha sirâyet etmez. O, Allahü teâlâyı bir ân unutmaz. Nefsin gafleti, ona nasıl te’sîr etsin ki, o nefsden, temâmen ayrılmışdır. Zâhirden, bâtına hiçbir şey geçmemişdir. İşte bu vakt, zâhir gaf­letde iken, bâtın âgâhdır, uyanıkdır. Her ân Rabbi iledir. Meselâ, bâdem ya­ğı, bâdem çekirdeğinde bulunduğu müddetce ikisi de aynı birşey gibidir. Yağ, posadan ayrılınca, her ikisinin hâssaları başkadır ve her bakımdan ay­rı iki şey olurlar. İşte, bu hâle yükselmiş olan, bir mes’ûd, bir bahtiyâr kim­seyi, ba’zan, tekrâr bu âleme indirirler. Allahü teâlâya ârif ve âlim olduğu hâlde, bu âleme döndürüp, onun mubârek, şerefli varlığı vâsıtası ile, âle­mi nefslerin karanlığından, cehâletinden kurtarırlar. Böyle mubârek bir kim­se, insanların arasında bulunur. Görünüşde herkes gibidir, fekat rûhu hiç­bir şeye bağlı değildir. Allahü teâlâya olan bilgisi ve sevgisi iledir. İsteme­diği hâlde, onu bu âleme döndürmüşlerdir. Böyle bir müntehî, hakîkate eri­şen biri, görünüşde, başkaları gibi, Allahü teâlâyı unutmuş, mahlûkların sev­gisine tutulmuş sanılır. Hâlbuki, hakîkatde, kendisi, bunlara hiç benzeme­mekdedir. Birşeyin sevgisine tutulmakla, ondan soğuyup, yüz çevirmek ara­sında çok fark vardır. Şunu da bildirelim ki, böyle bir müntehînin, mahlûk­lara olan alâkası ve sevgisi, kendi ihtiyârında, elinde değildir. Dünyâya rağ­bet etmez. Hattâ, Allahü teâlâ, bu alâkayı istemekde ve beğenmekdedir. Başkalarının alâkası, sevgisi ise, kendilerindendir, dünyâya sarılırlar. Al­lahü teâlâ bu alâkalarından râzı değildir, beğenmez. Başka bir fark da, baş­kaları bu âlemden yüz çevirip, Allahü teâlâyı tanımağa ve sevmeğe kavu­şabilirler. Müntehînin, halkdan yüz çevirmesine ise, imkân yokdur. Onun halk ile olması, vazîfesidir. Ancak, vazîfesi biterse, o zemân onu, bu geçi­ci dünyâdan, ebedî, sonsuz âleme nakl ederler. Hakîkî makâmına kavuşur.

Tesavvuf büyükleri, da’vet makâmını, irşâd derecesini, başka başka anlatmışlardır. Çokları, (Halk arasında, Hak ile olmakdır) dedi. Sözlerin başkalaşması, söz sâhiblerinin hâlleri, dereceleri başka başka olduğu için­dir. Herkes, kendi makâmına göre, söylemişdir. Herşeyin doğrusunu Alla­hü teâlâ bilir. Seyyid-üt-tâife Cüneyd-i Bağdâdînin “kuddise sirruh”, (Ni­hâyete varmak, başlangıca dönmekdir) buyurması işte, yukarda bildirdiği­miz da’vet makâmına uygun bir ta’rifdir. Çünki, başlangıcda, hep mahlû­kât görülmekde ve sevilmekdedir. Nitekim, (İki gözüm uyur, fekat kalbim uyumaz) hadîs-i şerîfi, kendilerinin Allahü teâlâya olan dâimî bağlılık ve uyanıklığını bildirmiyor; belki, kendi hâllerine ve ümmetinin hâllerine uyanık olup, gâfil olmadığını haber vermekdedir. Bunun içindir ki, Peygam­berimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” uyuması, abdestini bozmaz idi. Peygamber, ümmetini korumakda, bir sürünün çobanı gibi olduğu için, üm­metini bir ân unutması, Peygamberlik makâmına uygun olmaz. Bunun gi­bi, (Allahü teâlâ ile öyle vaktlerim oluyor ki, o zemânlarda, aramıza hiç­bir üstün melek ve Peygamber giremez) hadîs-i şerîfi de, her zemân değil, ba’zandır. Bu zemânlarda da, mahlûklardan yüz çevirip, ayrılması îcâb etmez. Çünki, Allahü teâlâ, ona tecellî etmekde, görünmekdedir. Yoksa O, mahlûkları unutup, tecellîleri aramakda değildir. Ma’şûkun, âşıka cilvesi gibi olup, âşık ma’şûkun peşinde değildir. Fârisî beyt tercemesi:

Sûret aynasında sefer, hareket olmaz, Çünki onda nûrânî olmıyan sûret olmaz.

Hulâsa, mahlûklara dönülünce, önce kalkmış olan perdeler, geri gelmez. Arada perde olmadığı hâlde, onu mahlûklar arasına salıp, mahlûkların kurtulmasına, uyandırılmasına sebeb ve vâsıta kılarlar. Böyle bir kimse, böy­le bir pâdişâha çok yakın olan, bir devlet adamı gibidir. Bununla berâber, kendisine milletin işlerini görmek, dertlerini çözmek vazîfesi de verilmiş­dir. Sona gelip, geri dönmüş olanlar ile henüz başlangıçda olanlar arasın­daki farklardan biri de budur. Çünki, başda olanlar, perdelerin arkasında­dır. Geri dönmüş olanlardan ise, perdeler kalkmışdır. Allahü teâlâ size ve doğru yolda olanlara selâmet versin! Âmîn.

Ne ki kılmış Habîbullah, bize teblig-i ahkâmı Kabûl etdim anı, âmentü billâh ve hükm-illah.