128 80-Mektub

onları sevmeği, onların yolunda bulunmağı, son nefesde îmân ile gitmenin alâmeti, işâreti demişdir. O hâlde alevî, Ehl-i sünnetdir. Bu­nun için, alevî olmak isteyen kimsenin, Ehl-i sünnet olması lâzımdır. Bu­gün, zındıklar ve müslimânlıkla ilgileri olmıyan kimseler, mubârek Alevî ismini Ehl-i sünnetden alıp, kendilerine mal etmek istiyorlar. Bu güzel is­min gölgesi altında, gençleri aldatmağa, Resûlullahın yolundan ayırmağa uğraşıyorlar. Bu konuda, (Eshâb-ı Kirâm) ve (Hak Sözün Vesîkaları) ki­tâblarımızda geniş bilgi vardır.]

Mu’tezilî fırkası ise, sonradan meydâna çıkmışdır. Bunun kurucusu olan Vâsıl bin Atâ, Hasen-i Basrînin “rahmetullahi aleyh” talebesinden idi. Îmân ile küfr arasında, bir üçüncü kısm bulunduğunu söyliyerek, Hasen-i Basrînin yolundan ayrıldığı için, Hasen-i Basrî, buna (İ’tezele annâ) buyur­du ki, bizden ayrıldı demekdir. Diğer bütün fırkalar da, sonradan meydâ­na çıkdı.

Eshâb-ı kirâma dil uzatmak, Allahü teâlânın Peygamberine “sallallahü aleyhi ve sellem” dil uzatmak olur. (Eshâb-ı kirâma saygı göstermiyen, Al­lahü teâlânın Resûlüne îmân etmemişdir) buyuruldu. Çünki, onların kötü­lenmesi, sâhiblerinin, efendilerinin “sallallahü aleyhi ve sellem” kötülen­mesi olur. Böyle yanlış i’tikâda düşmekden, Allahü teâlâya sığınırız! Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkan ahkâmı bizlere getiren, Eshâb-ı kirâmdır. Onlara dil uzatılınca, onların getirdiği şey de, kıymetden düşer. İslâmiyyeti bizlere getiren, Eshâb-ı kirâm arasından belli kimseler değildir. Bunda, herbirinin hizmeti, payı vardır. Hepsi adâletde, doğruluk­da, öğretmekde müsâvîdir. Eshâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” herhan­gi birine dil uzatılınca, dîn-i islâm kötülenmiş, söğülmüş olur. Allahü teâ­lâ, bu çirkin hâle düşmekden hepimizi korusun!

Eshâb-ı kirâma söğen eğer, (Biz, yine Eshâb-ı kirâma uyuyoruz. Onla­rın hepsine uymak, şart değildir. Hattâ mümkin değildir. Çünki, sözleri bir­birine uymıyor. Yolları başka başkadır) derse, bunlara deriz ki: Eshâb-ı ki­râmdan ba’zısına uymuş olmak için, hiçbirini inkâr etmemek lâzımdır. Bir kısmını beğenmeyince, başka kısmına uyulmuş olamaz. Çünki, meselâ Emîr [Alî] “radıyallahü anh”, diğer üç halîfeyi büyük biliyor, hurmet edi­yor ve uyulmağa lâyık olduklarını biliyordu. Bunlara, seve seve bî’at etmiş, hilâfetlerini kabûl etmişdi. Diğer üç halîfeyi sevmedikçe, Emîre “radıyal­lahü teâlâ anhüm” uyduğunu söylemek yalan olur, iftirâ olur. Hattâ, Emî­ri beğenmemek, onun sözlerini, hareketlerini, kabûl etmemek olur. Alla­hü teâlânın arslanı Alî “radıyallahü anh” için, onları idâre ediyordu, yüz­lerine gülüyordu demek, câhilce, ahmakca söz olur. Allahın arslanının, o kadar ilm ve kahramanlığı ile, tâm otuz sene, üç halîfeye karşı düşmanlı­ğını saklayıp, dost göründüğünü ve onlarla yalandan arkadaşlık etdiğini han­gi akl kabûl eder? En aşağı bir müslimân bile böyle iki yüzlülük yapamaz. Emîri “radıyallahü anh” bu kadar küçülten, âciz, hîleci ve münâfık yapan böyle sözlerin çirkinliğini anlamak lâzımdır. Allah göstermesin, Emîrin “ra­dıyallahü anh” böyle olduğunu, bir ân kabûl etsek bile, Peygamber efen­dimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” bu üç halîfeyi “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” medh etmesine, büyültmesine, bütün yaşadığı müddet­çe, bunlara kıymet vermesine ne diyecekler?