361 266-Mektub

Sebeblerde te’sîr yokdur, sebeb­ler karışmadan herşey doğrudan doğruya, Allahü teâlânın yaratması ile var oluyor diyorlar. Bunlar anlamıyor ki, sebebleri aradan kaldırmak, hikme­ti [ya’nî Allahü teâlânın uygun gördüğünü], âdetini bozmak demekdir. Bu hikmetde ise, nice fâideler vardır. Yâ Rabbî! Bu varlıkda, hiçbirşeyi hik­metsiz, yersiz, uygunsuz yapmadın! Peygamberlerin hepsi “aleyhimüssale­vâtü vetteslîmât” her işlerinde, sebeblere yapışırdı ve bununla berâber, iş­lerin yaratılmasını Allahü teâlâdan dilerdi. Meselâ, Ya’kûb “aleyhisse­lâm” çocuklarını Sûriyeden, Mısra gönderdiği zemân, nazar değmesin di­ye, (Hepsi bir kapıdan girmeyip, ayrı kapılardan girmelerini) nasîhat etdi. Bununla berâber, nazar değmemesini Allahü teâlâdan dileyip, (Bu nasîha­ti yapmakla, Allahü teâlânın sizin için dilediğini değişdiremem. Çünki tedbîr, kaderi değişdiremez. Her zemân Onun dediği olur. Sizi Ona emâ­net ediyorum. Ona güveniyorum. Herkes de, her işinde yalnız Ona güven­melidir. Herkesin, zevallı bir vâsıtadan başka birşey olmadığını düşünerek, yalnız Ona güvenenlerin imdâdına elbette yetişir) dedi. Allahü teâlâ, bu hâ­li Yûsüf sûresinde, (O âlim idi. Kazâ ve kaderimi biliyordu. Ona bildirmiş­dim. Fekat insanların çoğu, kazâ ve kaderimi anlamıyor) meâlindeki altmış­sekizinci âyetinde bildiriyor ve beğeniyor. [Beyt:

İnsan tedbîr alır, sebeblere yapışır, takdîri bilmez, Allahın takdîri, kulun tedbîri ile değişmez!]

Allahü teâlâ, Peygamberimiz Muhammed aleyhissalâtü vesselâma da se­beblere yapışmasını emr ediyor. Enfâl sûresi, altmışdördüncü âyetinde meâlen, (Ey sevgili Peygamberim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Sana, Al­lahü teâlâ ve mü’minlerden, sana tâbi’ olanlar yetişir!) buyuruldu.

Sebeblerin te’sîrine gelince, Allahü teâlâ, sebeblerde ba’zan te’sîr, ya’nî iş yapabilecek kuvvet de yaratıyor. O işi hâsıl ediyorlar. Ba’zan da, aynı se­beblerde, bu te’sîri yaratmıyor. O işi yapamıyorlar. Bu hâli herkes her ze­mân görmekdedir. Aynı sebeblerin, aynı işi, ba’zan meydâna getirdiğini, ba’zan da, işi yapamadığını hepimiz görmekdeyiz. Sebeblerde, te’sîr yok­dur demek, tecribeleri, hâdiseleri körü körüne inkâr etmekdir. Te’sîrine inanmalı. Fekat, sebeblerdeki bu te’sîrlerin de, kendileri gibi, Allahü teâ­lânın yaratması ile, vücûde geldiğini bilmelidir. Bu fakîrin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bu mes’eledeki sözü, işte böyledir. Demek ki, sebeblere ya­pışmak, tevekküle, [Allahü teâlâya güvenmeğe] mâni’ değildir. Aksini te­savvuf yolunda yürüyen ve henüz ilerlememiş olan sôfiler söyler. Hâlbu­ki sebeblere yapışmak, sebebleri araya koymak, tevekkülün en yüksek derecesidir. Ya’kûb “aleyhisselâm”, hem sebeblere yapışdı, hem de Alla­hü teâlâya tevekkül etdi. [Ciğerler genişleyince, temiz havâ içeri giriyor. Da­ralınca, kirli havâ dışarı çıkıyor. Bu hâl, her dakîka devâm ederek, yaşaya­biliyoruz. Ciğerleri hareket etdiren kuvvet sâhibinin ve havâdaki yüzde yet­mişsekiz azot ve yüzde yirmibir oksijen mikdârının hiç değişmediğini gö­ren akl sâhibleri, Allahü teâlânın varlığını hemen anlar. Bu yaratıcı, var ol­duğunu haber de veriyor. İnanmıyanı sonsuz yakacağım diyor.]

[Îmânın altı şartından biri de kadere, hayrın ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmakdır]. Allahü teâlâ, hayrı ve şerri, iyiyi kötüyü irâde eder, ister ve yaratır.