072/73 43-Mektub

43
KIRKÜÇÜNCÜ MEKTÛB

Bu mektûb, nakîb seyyid şeyh Ferîd-i Buharî “rahmetullahi aleyh” hazretlerine yazılmışdır. Tevhîd-i şühûdî ve tevhîd-i vücûdî bildirilmekde, ayn-ül-yakîn ve hakk-ul-yakîn anlatılmakdadır:

Allahü teâlâ, size selâmet versin! Her kusûrdan, sıkıntıdan korusun! Âmîn.

Bu yüksek insanların “rahmetullahi aleyhim” tesavvuf yolculuğunda, ön­lerine çıkan tevhîd iki dürlüdür: Tevhîd-i şühûdî, Tevhîd-i vücûdî.

(Tevhîd-i şühûdî) bir olarak görmekdir. Ya’nî sâlik [yolcu], herşeyi ya­panı bir görür. Ayrı ayrı şeyler görülmez. Tevhîd-i vücûdî, var olanı, bir bil­mekdir. Ondan başka herşeyi yok bilmekdir. Yok olmakla berâber, O bir mevcûdun aynaları sanmakdır. Tevhîd-i vücûdî, ilm-ül-yakîn kısmından olu­yor [ya’nî kalb ile bilmekdir]. Tevhîd-i şühûdî ise, ayn-ül-yakîn kısmından oluyor [ya’nî, görmekdir]. Tevhîd-i şühûdî, bu yolda, elbette vardır. [Her sâlik, buna yakalanacakdır.] Çünki, bu tevhîd olmadıkça, Fenâya kavuşu­lamaz, ayn-ül-yakîn nasîb olamaz. Çünki, birşey görülür ve görünmesi kuvvet bulursa, başka hiçbirşey görülemez. Tevhîd-i vücûdî ise, böyle de­ğildir. Ya’nî, lâzım değildir. Çünki böyle ma’rifet [bilgi] olmadan da, ilm­ül-yakîn hâsıl olur. Mevcûdun bir olduğunu, ilm-ül-yakîn ile bilmek, On­dan başka şeyleri yok bilmeği îcâb etmez. Ya’nî, Allahü teâlâyı var bilmek ve bu bilginin, insanı kaplaması, Ondan başka şeyleri bilmemeği îcâb etdir­mez. Meselâ, bir kimsede, güneşin var olduğuna yakîn hâsıl olunca, bu ya­kîn, bu kimseyi kapladığı zemân, yıldızları yok bilmesi lâzım gelmez. Fe­kat, güneşi gördüğü zemân, yıldızları elbette görmez. Güneşden başka birşey görmez. Yıldızları görmediği için, yıldızları yok bilmez. Hattâ, var olduklarını, fekat görünmediklerini bilir. Bu kimse, bu zemân, yıldızlar yok­dur diyenlere inanmaz. Sözlerinin doğru olmadığını bilir. İşte tevhîd-i vü­cûdî, bir mevcûddan başka, her şeyi yok bilmek olup, akla ve islâmiyyete uygun değildir. Tevhîd-i şühûdî ise, mevcûdu bir görmekdir ve akla ve is­lâmiyyete uygundur. Meselâ, güneş doğarken, yıldızlar, yok oluyor de­mek, doğru değildir. Fekat, bu zemânda, yıldızları görmemek doğrudur. Gü­neşin ziyâsı çok olduğu ve insanın gözü kuvvetsiz olduğu için yıldızlar gö­rülmemekdedir. Eğer, güneşin ziyâsı, insanın gözünü kuvvetlendirseydi, gü­neşle birlikde yıldızları da görürdü. Bu görüş (Hakk-ül-yakîn) makâmın­da olur. İşte Sôfiyye-i aliyyenin büyüklerinden ba’zısının, islâmiyyete uy­mıyor görünen sözlerini, ba’zı kimseler tevhîd-i vücûdî sanmışdır. Meselâ, Ebû Mensûr-i Hallâcın (Enelhak) sözü ve Ebû Yezîd-i Bistâmînin “rahme­tullahi aleyh” (Sübhânî) sözü ve bunlar gibi sözler, böyledir. Böyle sözle­ri, tevhîd-i şühûdî bilmemiz lâzımdır. Bu sûretle, islâmiyyete uygun olur­lar. Bu büyükler, o hâl içinde, Allahü teâlâdan başka, hiçbirşey göremeyin­ce, bu sözleri söylemiş, Allahü teâlâdan başka birşey yokdur, demek iste­mişlerdir. (Enelhak) demek, ben yokum, Allahü teâlâ vardır, demekdir. Kendini görmeyince, var olduğunu bilmemişdir. Yoksa, kendini görüp, Hak teâlâyım dememişdir. Böyle söylemek küfrdür.

Süâl: Kendinin var olduğunu bilmemek, yok bilmek değil midir? Bu da, tevhîd-i vücûdî olmaz mı?

Cevâb: Var olduğunu bilmemek, yok olduğunu bilmek değildir. O zemân, şaşkınlık hâlidir. Akl işlemez. Hiçbir şeye hükm, karâr verecek hâlde de­ğildir.

(Sübhânî) sözü de, Hak teâlâyı tenzîhdir. Kendini tenzîh değildir. Çün­ki, kendi varlığını bilmemekdedir. Birşeye hükm edemez.

[Hindistândaki islâm âlimi Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, (Merec-ül­bahreyn)de diyor ki, (Tesavvuf büyükleri, islâmiyyete uymıyan sözleri söylerken çok kızan ve çok sevinen insan gibidirler. Kızmak ve sevinmek, insanın aklını örter. İhtiyârını giderir. Tesavvuf serhoşları da, böyle şu’ûr­suz konuşmuşlardır. Bu hâllerinde ma’zûr iseler de, böyle sözlerine uymak câiz değildir).].

(Ayn-ül-yakîn) makâmı, hayret, şaşkınlık makâmıdır. Bu makâmda, ba’zıları, böyle şeyler söylemişdir. Bu makâmdan kurtarıp da, hakk-ul-ya­kîn makâmına çıkarırlarsa, böyle şeyler söyliyemez ve haddi aşmazlar.

Zemânımızda, tarîkata girmiş birçok kimse, kendilerine tesavvufcu sü­sü vererek, tevhîd-i vücûdîyi dillerine almış, bundan yüksek mertebe olmaz sanıyor. İlm-ül-yakîne saplanıp, ayn-ül-yakînden mahrûm kalmışlardır. Tesavvuf büyüklerinin sözlerine kendi hayâlleri ile ma’nâ vererek, böyle sözleri, övünerek, her yerde söylemekdedirler.

Tesavvuf büyüklerinin kitâblarında, tevhîd-i vücûdîyi gösteren, böyle söz­ler görülürse, ilk zemânlarında, ilm-ül-yakîn mertebesinde söylemiş olduk­larını, sonra bu makâmdan ilerleyip, ayn-ül-yakîn makâmına götürüldük­lerini düşünmelidir.

Süâl: Tevhîd-i vücûdî sâhibi olan, mevcûdü [ya’nî var olanı] bir bildiği gibi, bir vücûd [varlık] görmekdedir. Ya’nî ayn-ül-yakîn mertebesine de mâ­likdir.

Cevâb: Tevhîd-i vücûdî sâhibleri, tevhîd-i şühûdînin, âlem-i misâldeki sûretini görmekdedir. Tevhîd-i şühûdîye kavuşmamışdır. Tevhîd-i şühûdî başkadır. Âlem-i misâlde gördükleri, bu sûreti başkadır. Çünki, tevhîd-i şü­hûdî mertebesinde, hayret, şaşkınlık hâsıl olur. Hiçbir şeye hükm ede­mezler. Hâlbuki, tevhîd-i vücûdî sâhibi, tevhîd-i şühûdînin, âlem-i misâl­deki sûretini gördüğü zemân yine ilm sâhibidir.