049/50 30-Mektub

30
OTUZUNCU MEKTÛB
 
Bu mektûb da, şeyh Nizâm-ı Tehânîserîye yazılmışdır. Âfâkda ve enfüs­de olan şühûdları ve abdiyyet makâmını bildirmekdedir:
 

Allahü teâlâ sizi Muhammed aleyhisselâma tâm uymakla şereflendirsin ve Muhammed Mustafânın “aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti efdalühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ” sünnetlerinin süsü ile zînetlendirsin!

Ne yazacağımı bilemiyorum. Mevlâmız, sâhibimiz “teâlâ ve tekaddes” hazretlerinden söz edersem, yalan söylemiş ve iftirâ etmiş olurum. O, o ka­dar büyükdür ki, bu saçma sapan konuşan aşağı kimsenin söz konusu olmak­dan çok yüksekdir. Maddeden yapılmış olan, his organlarının esîri bulunan bir kimse, maddesiz olandan ve his organları ile anlaşılamıyandan ne söy­leyebilir? Yok iken sonradan yaratılmış olan bir kimse, hiç yok olmayan­dan ne anlayabilir? Maddeli, zemânlı ve mekânlı olan, maddesiz, zemân­sız ve mekânsız olana nasıl yol bulabilir? Zevallı mahlûk, kendi âleminden dışarıya nasıl çıkabilir? Dışarıdan haber alamaz. Fârisî beyt tercemesi:

Çok iyi veyâ çok fenâ olsa da bir zerre, Ömrünce dolaşsa, gezer kendi âleminde!

Bu hâl, seyr-i enfüsîde de hâsıl olmakdadır. (Seyr-i enfüsî), bu yolun ni­hâyetinde ele geçer. Yüksek hocamız Behâeddîn-i Nakşibend “kaddesalla­hü sirrehül akdes” hazretleri buyurdu ki, (Ehlüllah, ya’nî Allah adamları, Fenâ ve Bekâ makâmına kavuşdukdan sonra, her gördüklerini kendile­rinde görürler. Her tanıdıklarını kendilerinde tanırlar. Bunların hayretle­ri, anlayamamaları kendilerinde olur). Zâriyât sûresinin yirmibirinci âye­tinde meâlen, (Kendinizdedir, görmüyor musunuz?) buyuruldu. Seyr-i en­füsîden önce olan seyrlerin ya’nî ilerlemelerin hepsi, (Seyr-i âfâkî) idi. Seyr-i âfâkîde ele geçen şeyler hiçdir. Ya’nî, aranılana göre hiç sayılır. Yok­sa, şühûd-i enfüsîye kavuşmak için, önce seyr-i âfâkî lâzımdır. Aldanmama­lı! Şühûd-i enfüsîyi, şühûd-i tecellî-i sûrî ile karışdırmamalıdır. Hâşâ ikisi bir şey değildir. Tecellî-i sûrîler nasıl olursa olsun, sâlikin nefsinde ya’nî ken­dinde müşâhede olunurlar, ya’nî görünürler ise de, hepsi seyr-i âfâkîde hâsıl olmakdadır. Ve (İlm-ül-yakîn) mertebesinde hâsıl olurlar. Şühûd-i enfüsî ise, (Hakk-ul-yakîn) mertebesindedir. Bu mertebe ise, yüksek mer­tebelerin sonuncusudur. Başka kelime bulunamadığı için şühûd diyoruz. Çünki, aranılan, istenilen şey, hiçbir şeye benzemediği gibi, Ona uygun olan, Ona bağlı olan herşey de anlaşılamaz ve anlatılamaz. Anlaşılabilen şey­ler, anlaşılamıyan şeylere benzemez. Fârisî iki beyt tercemesi:

Anlaşılmaz, ölçülemez bağlılıkdır, Nâsın Rabbi, kuluna böyle bağlıdır! İnsan bu bağlılığı anlamaz aslâ, Herşeyi bilir, cânını bilen Mevlâ!

Şühûd-i enfüsîyi bu şühûd-i sûrî ile karışdırmak, insanın her iki makâm­da Bekâ hâsıl etmesinden ileri gelmekdedir. Çünki, tecellî-i sûrî, sâliki fânî yapmaz. Birçok bağlılıklarını yok eder ise de, fenâya kadar götüremez. Bundan dolayı, bu tecellîde, sâlikin varlığından birşeyler bulunmakdadır. Seyr-i enfüsî, tâm Fenâdan ve son Bekâdan sonra olduğundan ve sâlikin an­layışı az olduğundan, bu iki Bekâyı birbirinden ayıramaz. İkisini birleşmiş sanır. Eğer bu ikinci bekâya (Bekâ-billah) denildiğini ve bu varlığa, Alla­hü teâlânın verdiği vücûd denildiğini bilseydi, ikisini karışdırmakdan kur­tulurdu.

Süâl: (Bekâ-billah) demek, kendini Hak teâlâ olarak bulmak değil mi-dir?

Cevâb: Hayır, öyle değildir. Tesavvuf büyüklerinin birkaçının sözle­rinden böyle olduğu anlaşılmakda ise de, bu bekâ, birçoklarına, cezbe makâmında, kendilerini yok bildikden sonra hâsıl olmakdadır. Kendileri­ni böyle yok bilmeleri, Fenâ makâmına kavuşmağa benzemekdedir. Nak­şibendiyye büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” bu Bekâya (Vü­cûd-i adem) adını vermişlerdir. Bu, fenâdan öncedir. Bu hâl yok olabilir. Yok olduğu görülmüşdür de. Zemân olur ki, bu hâli ondan alırlar. Sonra geri ve­rirler. Tam Fenâdan sonra hâsıl olan Bekâ ise, hiç yok olmaz. Hiç sarsılmaz. Bunların Fenâsı, devâmlıdır. Bekâda iken fânîdirler. Fenâda iken de bâkî­dirler. Çabuk geçen, tükenen fenâ ve bekâ, kalbin hâlleri ve değişiklikle­ri sırasında gelip geçici şeylerdir. Bizim anlatmak istediğimiz ise, böyle de­ğildir. Hâce Behâeddîn-i Nakşibend “kaddesallahü teâlâ sirreh” buyurdu ki, (Vücûd-i adem denilen hâl, insanın tabî’î hâline döner. Fekat vücûd-i fe­nâ, insanlık vücûdüne dönmez). Bunun için Fenâ sâhiblerinin hâlleri elbet­te hiç değişmez. Vaktleri süreklidir. Belki, bunların vaktleri ve hâlleri yokdur. Bunlar, vaktleri ile değil, vaktlerin sâhibi iledir. Bunların işi hâl­leri veren iledir. Geçip gitmek, bitmek, vaktde ve hâlde olur. Hâlden ve vakt­den kurtulanlar için bitmek, yok olmak tehlükeleri kalmaz. Bu Allahü te­âlânın öyle bir ni’metidir ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sâ­hibidir.