022 11-Mektub

Yüksek kapınızdan aldığım emre uya­rak, bir kaç şeyi bildirmek saygısızlığında bulundum. Yoksa, fârisî mısra’ tercemesi:

Ben o Ahmedim ki, eskisi gibiyim, eskisi gibiyim!

İkinci olarak sunulur ki, o makâmı ikinci olarak incelediğimde, birbiri üstünde, bir çok başka makâmlar da göründü. Yalvararak, kırılarak uğraş­dıkdan sonra, önceki makâmın üstündeki makâma kavuşuldu. Bu makâmın hazret-i Osmân-ı Zinnûreynin makâmı olduğu, diğer halîfelerin de bura­dan geçdikleri anlaşıldı. Bu makâm da, tâlibleri yetişdirmek ve irşâd etmek makâmıdır. Şimdi, bunun üstünde de iki makâm bildirilecek ki, bunlar da tekmîl ve irşâd makâmıdır. Bunlardan biri, önceki makâmın üstünde görül­dü. Bu makâma çıkınca, hazret-i Ömer-ül-Fârûkun makâmı olduğu anla­şıldı. Öteki üç halîfe de, bu makâmdan geçmişlerdir. Bu makâmın üstün­de hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın makâmı göründü “radıyallahü anhüm ec­ma’în”. Bu makâma da çıkıldı. Büyüklerimizden Hâce Nakşibend “kadde­sallahü sirrehül akdes” hazretleri her makâmda yanımda geliyordu. Öte­ki üç halîfe de, bu makâmdan geçmişlerdi. Aramızdaki ayrılık şu idi ki, biz bu makâmlardan geçiyorduk. Onlar ise bu makâmların sâhibleri idi. Biz, yolcu olarak geçip gidiyorduk, onlar bu yüksek makâmlarında kalıyorlar­dı. Bu makâmın üstünde, yalnız bir makâm vardı. Başka hiç bir makâm gö­rünmüyordu. Bu bir makâm, Peygamberlerin sonuncusu olan Muham­med aleyhisselâmın “aleyhi minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ” makâmı idi. Hazret-i Sıddîkın “radıyallahü teâlâ anh” makâmı karşısında, çok yüksek, nûrdan bir makâm vardı. Bunun gibi hiç bir makâm görülmemişdi, o makâmdan biraz dahâ yüksek idi. Kanapenin yerden da­hâ yüksek olması gibi idi. Bu makâmın, mahbûbiyyet makâmı olduğu an­laşıldı. Bu makâm çok süslü ve işlemeli idi. Onun süsleri, nakşları bana aks etdi. Kendimi de öyle süslü gördüm. Bundan sonra, kendimi de latîf, mad­desiz buldum. Hava gibi, yâhud bulut gibi, her tarafa yayılmış olduğumu gör­düm. Birkaç yeri, dahâ çok kapladım. Hâce Nakşibend hazretlerini, haz­ret-i Sıddîkın “radıyallahü anhümâ” makâmında ve kendimi onun karşısın­daki makâmda buldum. Bildirdiğim hâlde idim.

Bu çok tatlı işleri bırakmak istemiyorum. Fekat herkes, sapıklık, taşkın­lık denizinde girdâba yakalanarak boğulmakdadır. İnsanları bu girdâbdan kurtaracak kadar güçlü olduğunu anlayan bir kimse, bunların hâline nasıl seyirci kalabilir. Kendinin başka işi var ise de, bunları kurtarmağa uğraş­ması lâzımdır ve dahâ iyidir. Fekat bu işi başarırken, hâsıl olan kuruntular ve bozuk düşünceler için istigfâr etmek şartdır. Bu iş, ancak bu şartla fâide­li olur, beğenilir. Bu şart yerine getirilmezse, hiç beğenilmez, aşağıya atı­lır. Fekat Hâce Nakşibend hazretleri ve Hâce Alâüddîn-i Attâr hazretleri “kaddesallahü teâlâ esrârehümâ” bu şartı düşünmeyerek beğenilmişlerdir. Bu aşağı kölenizin bu şartı düşünmeksizin çalışması ise, ba’zan beğenilmek­dedir, ba’zan da atılmakdadır.

(Nefahât) kitâbında Şeyh Ebû Sa’îd-i Ebül-Hayrın sözleri arasında di­yor ki, (Ayn, ya’nî kendisi kalmadı, eseri ya’nî izi nasıl kalır. Müddessir sû­resinin yirmisekizinci âyetinde buyurulduğu gibi, geride birşey kalmaz). Bu söz, ilk bakışda güç göründü.