Yüksek kapınızdan aldığım emre uyarak, bir kaç şeyi bildirmek saygısızlığında bulundum. Yoksa, fârisî mısra’ tercemesi: |
Ben o Ahmedim ki, eskisi gibiyim, eskisi gibiyim!
|
İkinci olarak sunulur ki, o makâmı ikinci olarak incelediğimde, birbiri üstünde, bir çok başka makâmlar da göründü. Yalvararak, kırılarak uğraşdıkdan sonra, önceki makâmın üstündeki makâma kavuşuldu. Bu makâmın hazret-i Osmân-ı Zinnûreynin makâmı olduğu, diğer halîfelerin de buradan geçdikleri anlaşıldı. Bu makâm da, tâlibleri yetişdirmek ve irşâd etmek makâmıdır. Şimdi, bunun üstünde de iki makâm bildirilecek ki, bunlar da tekmîl ve irşâd makâmıdır. Bunlardan biri, önceki makâmın üstünde görüldü. Bu makâma çıkınca, hazret-i Ömer-ül-Fârûkun makâmı olduğu anlaşıldı. Öteki üç halîfe de, bu makâmdan geçmişlerdir. Bu makâmın üstünde hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın makâmı göründü “radıyallahü anhüm ecma’în”. Bu makâma da çıkıldı. Büyüklerimizden Hâce Nakşibend “kaddesallahü sirrehül akdes” hazretleri her makâmda yanımda geliyordu. Öteki üç halîfe de, bu makâmdan geçmişlerdi. Aramızdaki ayrılık şu idi ki, biz bu makâmlardan geçiyorduk. Onlar ise bu makâmların sâhibleri idi. Biz, yolcu olarak geçip gidiyorduk, onlar bu yüksek makâmlarında kalıyorlardı. Bu makâmın üstünde, yalnız bir makâm vardı. Başka hiç bir makâm görünmüyordu. Bu bir makâm, Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed aleyhisselâmın “aleyhi minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ” makâmı idi. Hazret-i Sıddîkın “radıyallahü teâlâ anh” makâmı karşısında, çok yüksek, nûrdan bir makâm vardı. Bunun gibi hiç bir makâm görülmemişdi, o makâmdan biraz dahâ yüksek idi. Kanapenin yerden dahâ yüksek olması gibi idi. Bu makâmın, mahbûbiyyet makâmı olduğu anlaşıldı. Bu makâm çok süslü ve işlemeli idi. Onun süsleri, nakşları bana aks etdi. Kendimi de öyle süslü gördüm. Bundan sonra, kendimi de latîf, maddesiz buldum. Hava gibi, yâhud bulut gibi, her tarafa yayılmış olduğumu gördüm. Birkaç yeri, dahâ çok kapladım. Hâce Nakşibend hazretlerini, hazret-i Sıddîkın “radıyallahü anhümâ” makâmında ve kendimi onun karşısındaki makâmda buldum. Bildirdiğim hâlde idim. |
Bu çok tatlı işleri bırakmak istemiyorum. Fekat herkes, sapıklık, taşkınlık denizinde girdâba yakalanarak boğulmakdadır. İnsanları bu girdâbdan kurtaracak kadar güçlü olduğunu anlayan bir kimse, bunların hâline nasıl seyirci kalabilir. Kendinin başka işi var ise de, bunları kurtarmağa uğraşması lâzımdır ve dahâ iyidir. Fekat bu işi başarırken, hâsıl olan kuruntular ve bozuk düşünceler için istigfâr etmek şartdır. Bu iş, ancak bu şartla fâideli olur, beğenilir. Bu şart yerine getirilmezse, hiç beğenilmez, aşağıya atılır. Fekat Hâce Nakşibend hazretleri ve Hâce Alâüddîn-i Attâr hazretleri “kaddesallahü teâlâ esrârehümâ” bu şartı düşünmeyerek beğenilmişlerdir. Bu aşağı kölenizin bu şartı düşünmeksizin çalışması ise, ba’zan beğenilmekdedir, ba’zan da atılmakdadır. |
(Nefahât) kitâbında Şeyh Ebû Sa’îd-i Ebül-Hayrın sözleri arasında diyor ki, (Ayn, ya’nî kendisi kalmadı, eseri ya’nî izi nasıl kalır. Müddessir sûresinin yirmisekizinci âyetinde buyurulduğu gibi, geride birşey kalmaz). Bu söz, ilk bakışda güç göründü. |
5:03 minutes ( 2.33 MB)