476 297-Mektub

297
İKİYÜZDOKSANYEDİNCİ MEKTÛB

Bu mektûb, mevlânâ Bedreddîn-i Serhendîye arabî olarak yazılmışdır. Hak teâlânın ihâtasını ve sereyânını açıklamakdadır:

Allahü teâlânın bu eşyâyı ihâta etmesi, [ya’nî kuşatması] ve bunlara sereyân etmesi, [ya’nî içine yayılması] sözleri, toplu birşeyin, bunu meydâ­na getiren parçaları, zerreleri ihâta etmesi ve onlara sereyân etmesi gibidir. Meselâ bir kelime, kendisinin bütün şekllerine, sereyân eder. Kelime, ism olunca, fi’l olunca ve harf olunca, bunların da parçaları olunca, geçmiş ze­mânı, gelecek zemânı, emr, yasak, masdar, ism-i fâil, ism-i mef’ûl, şartlı şart­sız olunca, bir harf eklenince, iki harf eklenince, çeşidli ma’nâlar veren harf­ler eklenince, bunlar gibi dahâ nice hâller alınca, bu kelime değişmiş olmaz. Dahâ doğrusu, bütün bu hâller, kelimenin içinde yerleşmiş bulunmakdadır. İnsan aklı, kelimenin bu çeşidli hâllerine başka başka ma’nâlar verir. Hâl­buki dışarda var olan yalnız bu kelimedir. Bunun için hepsine bu kelime de­mek doğru olur. Lâkin her bir hâlin, kendine uygun özel bir ismi ve vazîfe­si vardır. Bu ism ve vazîfe başka hâlde bulunmaz. Meselâ, zemân bildirir­se, (Fi’l) olur. Zemân bildirmezse (İsm) denir. Birşeyi yalnız başına bildi­remezse (Harf) denir. Geçmiş zemânı bildirince, (Mâdî) denir. Şimdiki ve gelecek zemânı bildirince, (Müdârî) denir. Dokuz sebebden ikisi birlikde bulunduğu zemân, (Gayr-i münsarif) denir. Bulunmazlarsa, (Münsarif) denir. Harf olunca, esre okutursa, (Cârre) denir. Üstün okutursa (Nâsıba) denir. Bunlardan birinin ismini başkası için söylemek ve birinin vazîfesini başkasına yapdırmak doğru bir iş olmaz. Dalâlet olur. Hepsi, bu bir kelime oldukları hâlde, müdârî yerine mâdî ve cârre yerine nâsıba denilemez.

Allahü teâlâ, herşeyi dahâ iyi bilir. Biz, şu kadar söyliyebiliriz ki, Alla­hü teâlânın varlığından inen mertebelerin herbirinin ismi ve vazîfeleri vardır. Bunlar, yalnız bu mertebe içindir. Varlığı lâzım olan zât ve hiçbir­şeye muhtâc olmıyan zât, yalnız (Cem’) ve (Ulûhiyyet) mertebesidir. Var ve yok olabilen zât ve muhtâc olan zât, (Fark) ve (Mahlûk) mertebesidir. Birinci mertebe (Rübûbiyyet) ve (Hâlıkıyyet) mertebesidir. İkinci merte­be, (Ubûdiyyet) ve (Mahlûkıyyet) mertebesidir. Bu ikisinden birinin ismi­ni, ötekine söylemek ve nasıl olduklarını karışdırmak zındıklık olur, küfr olur. Mülhidlerden ve zındıklardan birçoğuna ne kadar şaşılsa yeridir.

Bunlar nasıl oluyor da ikisini birbirine karışdırıyorlar? Birinin nasıl oldu­ğunu, öteki için söyliyorlar. Mahlûklara Vâcibin sıfatlarını yakışdırıyorlar. Vâcibe de, mümkinin sıfatlarını söyliyorlar. Hâlbuki, mümkinlerin çeşid­li olduğunu ve her çeşidin de başka başka sıfatları bulunduğunu biliyorlar. Meselâ, ışıkda ısı ve ışık enerjilerinin bulunduğunu, suda bunlardan biri­nin bulunmadığını, suyun soğuk ve ateşin sıcak olduğunu biliyorlar. Zev­celerinin, annelerinden başka olduğunu ve kendilerine karşı, yerlerinin ay­rı olduğunu biliyorlar. İnsanları doğru yola kavuşduran ancak Allahü te­âlâdır. Doğru yolda olanlara selâm olsun!