475 296-Mektub

296
İKİYÜZDOKSANALTINCI MEKTÛB

Bu mektûb, oğlu hâce Muhammed Sa’îd “kaddesallahü teâlâ sirre­hül’azîz” hazretlerine yazılmışdır. Hak teâlânın sıfatlarının basît olduğu­nu, eşyâya bağlanmakla değişmediklerini bildirmekdedir:

Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin en üs­tününe ve Onun temiz olan Âlinin ve Eshâbının hepsine salât ve selâm ol­sun! Allahü teâlâ, seni se’âdet-i ebediyyeye kavuşdursun! Allahü teâlânın sıfatları, Onun zâtı gibi anlaşılamaz. Tâm basîtdirler. Hiç değişmezler. Me­selâ, ilm sıfatı, hiç değişmez. Yayılmış, basîtdir. Önceki sonsuzdan, sonra­ki sonsuza kadar bilinenler ilm sıfatının bir yayılması ile bilinmekdedirler. Kudret sıfatı da, olgun, genişdir. Herşey bu sıfatla var olmakdadır. Kelâm sıfatı da basîtdir, yayılmışdır, hiç değişmez. Ezelden ebede kadar, bu bir ke­lâmla söyleyicidir. Sekiz sıfatın hepsi böyledir. İlm sıfatının bilinen şeylere, kudret sıfatının yaratılmış ve yaratılacak şeylere bağlantıları çok ise de, bu sıfatlarda çokluk ve değişiklik yokdur. Hak teâlâ, herşeyi bilir ve herşeye gücü yeter. Fekat ilm ve kudret sıfatlarının hiçbirşeye, hiçbir ilişiği yokdur. Akl, bunu düşünemez ve anlıyamaz. Yalnız akla uyanlar, felsefeciler, böy­le şey olamaz derler. Hak teâlâ herşeyi bilsin. Fekat, Onun ilmi hiçbirşeye bağlanmasın. Bunun gibi, herşeye gücü yetsin. Fekat, kudretin hiçbirşeye ilişiği olmasın. Böyle şey olamaz derler. Bunlar bilmiyorlar mı ki, ezel ve ebed o mertebede, bir aradadır. Ân denecek zemânın bile orada yeri yok­dur. O mâkama en yakın ve en uygun, ân kelimesinden başka birşey olma­dığı için ân denilir. Ezeldeki ve ebeddeki varlıkların hepsi, o bir ânda var­dır. Yok olanlar da, o bir ânda yokdur. O bir ânda bir kimseyi hem yok ola­rak, hem var olarak, hem dünyâya gelmeden önceki hâlini, hem çocukluğu­nu, hem gençliğini, hem ihtiyârlığını, hem diriliğini, hem ölülüğünü, hem kabrde, hem haşrda, hem Cennetlerde olarak bilir. O ânın bu varlıklarla hiç­bir ilgisi yokdur. Eğer bir ilgisi olursa, ânlıkdan çıkar. Uzun zemân olur. Geç­miş zemân ve gelecek zemân ayrılır. Bu varlıklar, o bir ânda, hem vardırlar, hem yokdurlar. Tâm basît, değişmez bir yayılmadır ki, bu varlıklardan hiç­biri ile bağlılığı yokdur. Bilinen şeylerin hepsi, ilm sıfatının bir yayılması ile bilinmekdedir. Bu, şaşılacak bir şey değildir. Çünki zıd olan, ters olan şey­ler, bu makâmda ve bir zemânda, bir arada bulunmakdadırlar. O makâm­da zemân yokdur. Zemânda da değişiklik yokdur ki, zemân denilsin. Bir kim­se bir kelimeyi bir ânda hem ism olarak, hem fi’l olarak, hem geçmiş zemân, hem gelecek zemân olarak düşünebilir. Bunları bir ânda bir arada görüyo­rum der. Kelimenin çeşidli ve ters hâllerini bir arada gördüğüm gibi, keli­menin bunların hiçbiri ile ilgisi yokdur derse, akla uyanlar, felsefeciler bu­na karşı birşey diyemezler. Benzetmek gibi olmasın, bizim sözümüze niçin karşı geliyorlar? İnanmakda niçin duraklıyorlar? Kimseden böyle birşey işit­medik derlerse, kimsenin söylememesi, olamaz demek değildir. Söylenilen, işitilen sözlere uymıyan, onları değişdiren birşey de değildir. Sonsuz varlık mertebesine uygun olmıyan bir şey de değildir. fârisî mısra’ tercemesi:

Karpuzun Ebû Cehl karpuzu ile ne ilgisi var?

Bu sözümüzü aydınlatmak için mahlûklar arasında şunu söyliyebiliriz: Birşey, bir sebeble bilinse, o sebeb bilindiği zemân, o şey de bilinmiş olur demişlerdir. Bu şeyin bilinmesinde, zihn yalnız sebebe bağlanmakdadır. Bu şeyi bilmek, bunu ayrıca düşünmeğe lüzûm kalmadan, sebebinin bilinme­sine bağlı olarak kendiliğinden hâsıl olmakdadır. Fekat felsefeciler, bura­da da, zihnin ikinci bir bağlantısı olmadıkca, bu şeyin bilineceğine inanmaz­lar. Bu bağlantı, doğrudan doğruya olmasa bile, lâzımdır derler. Fekat bundan dahâ yakın bir misâl bulamadım. Maksadımız anlatmakdır, inan-dırmak değildir. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Doğru yolda giden­lere ve Muhammed Mustafânın izinde olanlara salât ve selâm olsun “aley­hi ve alâ âlihi minessalevâti vettehıyyâti velberekât”!