380 266-Mektub

Akl ile, delîl ile kuvvetlendirilen îmân, böyle sağlam olamaz. Ra’d sûresi otu­zuncu âyetinde meâlen, (Kalblere îmânın sinmesi, yerleşmesi ancak ve yalnız zikr ile olur) buyuruldu. Tesavvufun ikinci gâyesi, ibâdetlerde kolay­lık, lezzet hâsıl olması, nefs-i emmâreden doğan tenbelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir. Şunu da iyi anlamalı ki, tesavvufa sarılmak, herkesin bilme­diklerini görmek, gaybden haber vermek, nûrları, rûhları ve kıymetli rü’yâ­lar görmek için değildir. Bunların hepsi, boş ve fâidesiz şeylerdir. Her ze­mân görülen zıyânın, çeşidli renklerin ve tabî’atdeki güzelliklerin ne kusûr­ları vardır ki, insan bunları bırakıp da, başka şeyler görmek için, birçok sı­kıntılara katlansın. Çünki bu zıyâ da, o nûrlar da, bu güzel şekller de, o şey­ler de hepsi, Allahü teâlânın yaratdığı şeylerdir ve hepsi Onun varlığını ve kudretinin sonsuzluğunu gösteren şâhidlerdir.

Tesavvuf yolu çokdur. Bunların içinde en lüzûmlusu ve en uygunu sün­nete yapışan ve bid’atlerden kaçan büyüklerimizin yoludur. Bu büyükler, her sözlerinde ve her hareketlerinde, sünnete uyup da, kendilerinde hiç­bir keşf, kerâmet, hâl, görüş ve bilişler hâsıl olmaz ise, hiç üzülmezler. Fe­kat bunların hepsi hâsıl olup da, sünnete uymakda gevşek davranırlarsa, bunları hiç beğenmezler. İşte bunun içindir ki, bunların yolunda simâ’ ve raks, [ya’nî mûsikî ve dans gibi şeyler] yasakdır. Böyle şeylerden hâsıl olacak lezzet ve hâllere kıymet vermemişlerdir. Hattâ, yüksek sesle zikr et­meğe bid’at demişler. Bundan hâsıl olan şeylere dönüp bakmamışlardır. Bir­gün büyük üstâdımın huzûrunda, sofrada hizmet ediyordum. Kendilerini sevenlerden, şeyh Kemâl yemeğe başlarken, huzûrlarında yüksek sesle Besmele çekdi. Bu hâl, kendilerine çok tadsız gelip şiddetle men’ etdiler ve (Bir dahâ, bizimle berâber yemekde bulunmamasını ona söyleyiniz!) de­diler. Üstâdım hazretlerinden duymuşdum ki, hâce Muhammed Behâed­dîn-i Buhârî “kuddise sirruh”, Buhârâ âlimlerini toplayıp, üstâdı, seyyid Emîr Gilâl hazretlerinin evine götürdü. Yüksek sesle zikr etmek bid’atdir, bundan vaz geçiniz dediler. Seyyid hazretleri de, doğru sözü, her nerede olursa olsun, anlayıp seve seve aldıkları için kabûl buyurup, artık yapma­yız dediler. [Celâleddîn-i Rûmî “kuddise sirruh” da, zikrin kalb ile, sessiz olacağını (Mesnevî)de yazmakdadır.] Bu yolun büyükleri, zikrin bile yük­sek sesle yapılmasını bu derece men’ edince, simâ’ ve raks, coşmak, zıpla­mak, na’ra atmak gibi şeylere, bağırmağa ne demezler?

Bu fakîre göre islâmiyyetin izn vermediği şeylerin, hâsıl edeceği bütün hâller, zevkler, hep istidrâcdır. Zîrâ, kâfirlerde ve fâsıklarda da böyle hâl­ler hâsıl olmakda ve bu kâinât aynasında, onlar da, tevhîd, keşf gibi şey­ler öğrenmekde, içlerine doğmakdadır. Eski Yunân felesoflarından ve Hindistândaki cûkiyye [Berehmen dînindeki dervîş] ve Berehmen papas­larında da, bu hâller görülmekdedir. Hâllerin doğru olmasına alâmet, is­lâmiyyete uygun olmaları ve harâm şeylerden hâsıl olmamalarıdır. Simâ [mûsikî] ve raks [dans], lehv ve la’bdır, ya’nî oyundur. Lokmân sûresi al­tıncı âyetinde, (Lehv-el-hadîs) tegannî ile okumağı yasak etmek için indi. Abdüllah ibni Abbâsın “radıyallahü anhümâ” talebesinden olan, imâm-ı Mücâhid, Tâbi’înin büyüklerindendir. Bu âyet-i kerîmenin, tegannîyi ya­sak etdiğini bildirdi. (Medârik tefsîri)nde, [ve büyük âlim Senâullah-i Pâ­nî Pûtî hazretlerinin on cild olan (Tefsîr-i Mazherî)sinde], (Lehv-el-hadîs) musikî demekdir diyor.