330 260-Mektub

Hadîs-i şerîfde bildirildi ki, (Meleklerin bir kısmı ateşden ve kar­dan yaratılmışdır. Bunlar, ateşle karı birarada bulunduran Rabbimizde hiçbir noksânlık yokdur derler). Bu seyrde iken rü’yâda gösterdiler ki, san­ki bir yolda gidiyorum. Çok gitmekden yorulmuşum. Yürüyebilmek için bir sopa, baston arıyorum. Bulamıyorum. İlerliyebilmek için, çalı çırpıya ya­pışıyorum. Bu da olmuyor. Öylece yürümek zorunda kalıyorum. Bir zemân, böyle ilerledim. Bir şehr göründü. Yaklaşdım. Şehre girdim. Bu şehrin, (Te’ayyün-i evvel) olduğu bildirildi. Bu te’ayyün, bütün ismlerin, sıfatların, şü’ûn ve i’tibârâtın mertebelerini ve bu mertebelerin asllarını ve bu aslla­rın da asllarını kendinde toplamışdır ve Zât-i ilâhînin i’tibârâtının sonudur. Bu i’tibârât, ilm-i husûlîde, birbirlerinden ayrıldılar. Bundan sonra seyr olur­sa, ilm-i huzûrî ile ilgili olur.

Ey oğlum! O makâmda, ilm-i husûlî ve ilm-i huzûrî demek, misâl ve ben­zetmek yolu ile söylenir. Çünki, Zât-i ilâhîden ayrı olan sıfatlar, ilm-i husû­lî ile bilinir. İ’tibârât-i zâtiyye, Zât-i teâlâdan hiç ayrı değildirler ve ilm-i hu­zûrî ile bilinirler. Çünki bu makâmda, ilm, bilinen şeye yalnız bağlanır, bi­linen şeyden hiçbirşey ilmde bulunmaz. Te’ayyün-i evvel demek olan, o bü­yük şehrde, Peygamberlerin ve meleklerin bütün vilâyetleri vardır. Mele-i a’lâ denilen meleklerin yükseklerinin (Vilâyet-i ulyâ)sının sonu bu ma­kâmdadır. Bu makâmda, bu te’ayyün-i evvelin, hakîkat-i Muhammedî olup olmadığı düşünüldü. Hakîkat-i Muhammedînin, yukarıda söylenilen gibi ol­duğu anlaşıldı. Ona te’ayyün-i evvel denilmesi, bu te’ayyün-i evvelin zılli­nin merkezi olduğu içindir. İsmleri, sıfatları, şü’ûn ve i’tibârâtı kendinde top­lamışdır. Bu şehrin üstünde seyr edilince, (Kemâlât-ı nübüvvet)e, ya’nî Peygamberlik derecelerine başlanır. Bu derecelerde, yalnız Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vettehıyyât” seyr eder. Peygamberlik makâmının dere­celeridir. Peygamberlerin izinde gidenlerin büyüklerine de, tatdırılır. İnsa­nı meydâna getiren on parça içinde, bu derecelere yükselen toprak madde­leridir. İster Âlem-i emrden olsun, ister Âlem-i halkdan olsun, dokuz par­çadan herbiri, bu makâmda, toprak maddesinin yolunda ilerler. Onun ya­nı sıra, bu ni’metle şereflenirler. Toprak maddeleri yalnız insanda bulundu­ğundan, insanların üstünleri, meleklerin üstünlerinden dahâ üstün oldu. Top­rak maddelerinin kavuşduklarına, hiç kimse kavuşmamışdır. Âyet-i kerîme­de bildirilen (dünüv) hâsıl oldukdan sonra, tedellâ sırrı bu makâmda hâsıl olur. (Kabe-kavseyn ev ednâ)nın içyüzü meydâna çıkar. Bu seyrde iyice an­laşıldı ki, Vilâyet-i sugrâ, Vilâyet-i kübrâ ve Vilâyet-i ulyânın hepsi, Peygam­berlik makâmının kemâlâtının zılleri, gölgeleridir. Bütün o kemâlât, o de­receler, bu derecelerin misâlleri, görüntüleridir. İyi anlaşıldı ki, bu seyrde, bir nokta ilerlemek, Vilâyet makâmının bütün derecelerinden dahâ çokdur. Bu kemâlâtın hepsinin ne kadar olacağını bundan anlamalıdır. Geçilmiş de­recelerin hepsi, bunun yanında, okyânus yanında bir damla gibi kalır. Bu­rada, bu orantı bile yokdur. Diyebiliriz ki, (Peygamberlik makâmı) yanın­da, (Vilâyet makâmı), sonsuz yanında, ufak birşey gibidir. Sübhânallah! Câ­hilin biri, bu sırdan haber vererek, evliyâlık, Peygamberlikden dahâ yüksek­dir der. Bunları anlamıyan, bir başkası da, bu sözü düzeltmek için, Peygam­berlerin vilâyeti, kendi Peygamberliğinden dahâ yüksekdir der. Ağızların­dan çıkan, çok büyük oldu. Allahü teâlânın ihsânı ile ve Peygamberinin “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”