267 220-Mektub

Bu yanılmaya, sâliklerin kimisinde de, sebeb şu olmakdadır: Sâlik, ken­di mebde-i te’ayyünü olan ismde seyr ederken, ilerlerken, büyüklerin mebde-i te’ayyünleri olan ismleri de topluca geçmekdedir. Çünki her ism­de, bütün ismler kısaca bulunmakdadır. İnsanın, herşeyi kendinde bulun­durması, mebde-i te’ayyünü olan ismde, bütün ismlerin bulunduğu içindir. Sâlik kendi isminde ilerlerken, büyüklerin ismlerini de kısaca geçerek, is­min sonuna gelir. Kendinin dahâ üstün olduğunu sanır. Görmüş olduğu ve hepsinin geçmiş olduğu, büyüklerin makâmlarının, makâmların aslı ol­mayıp, nümûneleri olduğunu anlıyamaz. Bu makâmda, kendini, hepsini top­lamış ve onları kendinin parçaları sanarak, kendini dahâ yüksek görür. Bâ­yezîd-i Bistâmî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” bunun için, (Bayrağım, Muhammed aleyhisselâmın bayrağından dahâ yüksekdir) dedi. Aklı başın­da olmadığı için, bayrağının, Muhammed aleyhisselâmın bayrağından de­ğil, o bayrağın görüntüsünden dahâ yüksek olduğunu anlıyamadı. Kendi is­minin hakîkatinde, o ismin görüntüsünü görmüşdü. Yine bunun için, kal­binin çok geniş olduğunu bildirdi. (Arş ve bütün içindekiler, ârifin kalbi­nin köşesine konsalar, hiç duymaz) dedi. Burada da, birşeyin görüntüsünü, kendisi ile karışdırdı. Çünki Allahü teâlâ, Arşa (Büyük) buyurdu. Ârifin kalbinin Arş yanında ne kıymeti olur, ne mikdârı olur? Arşda olan zuhû­run yüzde biri kalbde görülmez. İsterse ârifin kalbi olsun. Cennetde olan görmek, Arşda zuhûr edecekdir. Bu söz, bugün tesavvufculardan birçoğu­na ağır gelirse de, fekat yarın doğru olduğunu anlıyacaklardır. Bu sözümü­zü bir misâl ile açıklıyalım:

İnsanda elementler bulunduğu gibi, göklerden de benzerler vardır. İn­san, bütün bunların kendinde bulunduğunu düşünür. Bütün elementleri ve gökleri kendi parçaları olarak görürse ve bu görüşü kendini kaplarsa, ben yer küresinden dahâ büyüküm ve göklerden dahâ genişim diyebilir. Aklı olan kimse, bu sözü işitince, onun kendinde bulunan parçalardan dahâ bü­yük olduğunu, yer küresinin ve göklerin ise, onun parçaları olmadıklarını anlar. Bunların benzerleri, onun parçalarıdır. O, bu parçaları olan nümû­nelerden dahâ büyükdür. Yoksa, yer küresinin ve göklerin kendilerinden dahâ büyük değildir. Birşeyin nümûnesi, ya’nî benzerini, onun kendisi zan etdiği içindir ki, (Fütûhât-i Mekkiyye) kitâbının sâhibi olan Muhyid­dîn-i Arabî “kuddise sirruh”, (Cem-i Muhammedî, cem-i ilâhîden dahâ ge­nişdir) dedi. Çünki, (Cem-i Muhammedî)de ilâhî hakîkatler ile mahlûkla­rın hakîkatleri vardır. Bunun için, dahâ geniş olur dedi. Hâlbuki, orada an­cak, ülûhiyyet mertebesinin zıllerinden, görüntülerinden bir zıllin bulun­duğunu, o mertebenin hakîkatinin bulunmadığını anlıyamadı. O mukaddes mertebe, azametli ve kibriyâ sıfatlıdır. Cem-i Muhammedî bunun yanında hiç kalır. Bir avuç toprak nerede, herşeyin sâhibi nerede?

Şunu da söyliyelim ki, sâlik kendi rabbi olan ismde seyr eder, ilerlerken, üstünlükleri sözbirliği ile belli olan büyüklerden birkaçını, kendisi yüksek derecelere çıkardığını, onları ilerletdiğini zan eder. Burası da, sâliklerin ayaklarının kaydığı yerdir. Böyle sanarak, kendini dahâ yüksek bilmekden, böylece sonsuz felâkete düşmekden, Allahü teâlâya sığınırız. Büyük bir pâ­dişâh, şerefli bir sultân, emrindeki bir vâlîsine gider, vâlî yardımı ile, o vi­lâyetin güzel yerlerini gezer ve kıymetli yerleri görürse, buna şaşılır mı ve vâlî, sultândan dahâ yüksek sanılır mı?