248 209-Mektub

Çoğu, bu ismin zıllerinden bir zılle, bir görüntüye kavuşmuşdur. Önce, seyr ve sülûk ile, imkân mertebelerinden geçerek, sonra, bir zılle kavuşurlar. Yalnız cezbe yolu ile de bu isme kavu­şulabilir ise de, bunun kıymeti yokdur. Bu ismden dahâ yukarı yükselen­ler pek azdır.

Bir insanın hakîkati, onun te’ayyün-i vücûbîsine denildiği gibi, onun te’ayyün-i imkânîsine de denir. Bunları anladıkdan sonra, deriz ki:

Muhammed Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, her insan gibi, Âlem-i halk ile Âlem-i emrden yapılmışdır. Onun Âlem-i halkının rabbi olan ism-i ilâhî, alîm şânıdır. Âlem-i emrini terbiye eden de, alîm şânının bir ba­kımdan üstünde olan mertebedeki alîm ismidir. Hakîkat-i Muhammedî, alîm şânıdır. Hakîkat-i Ahmedî, alîm şânının üstünde olan ve bu şânın meb­dei olan ismdir. Bu ism, Kâ’benin de hakîkatidir. Âdem “aleyhisselâm” ya­ratılmadan önce, Resûlullahda bulunan Peygamberlik, hakîkat-i Ahmedî ba­kımından idi. Hadîs-i şerîfde, (Âdem “aleyhisselâm” toprak ile su arasında iken Peygamberdim) bildirilen bu Peygamberlik idi ki, Âlem-i emrde idi. Îsâ “aleyhisselâm” Kelime-tullah olduğu ve Âlem-i emr ile bağlılığı çok oldu­ğu için, Resûlullahın geleceğini, Ahmed ismi ile müjdelemişdi. Îsâ aleyhis­selâmın, (Benden sonra Ahmed isminde bir resûl geleceğini size müjdeleyi­ciyim) dediğini Saf sûresi haber vermekdedir. Dünyâya teşrîflerinden son­raki Peygamberliği, hakîkat-i Muhammedîye bağlı idi. Belki de, iki hakîka­te de bağlı idi. Rabbi ya’nî terbiye edicisi, yetişdiricisi olan da, hem bu şân ve hem de şânın üstündeki mertebe idi. Bunun için, bu mertebedeki da’vet, önceki mertebedeki da’vetden dahâ kuvvetli olmuşdur. Çünki o mertebede­ki da’veti, yalnız Âlem-i emrde idi ve terbiyesi, yalnız (Rûhâniyân)a ya’nî rûh­lara ve meleklere idi. Bu mertebedeki da’veti ise, hem Âlem-i halkda, hem de Âlem-i emrdedir ve terbiyesi, hem maddeye, hem de rûhlaradır. Bu dün­yâda, onun maddî tarafını melekî tarafından dahâ kuvvetli yaparak, insan­larla ilgisi çoğaltıldı. Böylece, insanların fâidelenmeleri kolaylaşdırıldı. Al­lahü teâlâ, sevgili Peygamberine “sallallahü aleyhi ve sellem” insanlık tara­fını fazla açıklamasını emr buyurdu. Meselâ, Kehf sûresi, yüzonbirinci âye­tinde meâlen, (Onlara söyle! Ben de sizin gibi insanım. Bana vahy olundu) buyuruldu. (Sizin gibi) buyurulması, insanlığını kuvvetli bildirmek içindir. Bu madde hayâtından Kâ’be hayâtına geçince rûhânî tarafı çoğaldı. İnsan­lara bağlılığı azaldı. Dîne çağırmak nûrâniyyeti değişdi. Eshâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” birkaçı buyurdu ki, (Resûlullahı defn işini bitirmeden, kalblerimizde değişiklik duyduk). Evet, öyle oldu. Çünki, görerek olan îmânları, görmeden olan îmâna döndü. İşleri, görmekden, işitmeğe kaldı. O yüce Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından bin sene geçdik­den sonra, rûhânî tarafı öyle kuvvetlendi ki, insânî tarafını büsbütün örtdü. Âlem-i halkı, Âlem-i emr hâlini aldı. Bunun için, Âlem-i halkından olanlar, kendi hakîkatlerine döndüler. Hakîkat-i Muhammedî de yükselerek, hakî­kat-i Ahmedîye ulaşdı. İkisi birleşdi. Burada söylediğimiz iki hakîkat, onun Âlem-i halkının ve Âlem-i emrinin te’ayyün-i imkânîleridir. Te’ayyün-i vü­cûbîleri değildir. Te’ayyün-i imkânî bu te’ayyün-i vücûbînin zılli, görüntüsü­dür. Çünki te’ayyün-i vücûbî, yükselmez. İki te’ayyün-i vücûbî birleşmezler. Îsâ “aleyhisselâm” gökden inerek, âhır zemân Peygamberinin dînine uyun­ca,