238/239 200-Mektub

200
İKİYÜZÜNCÜ MEKTÛB

Bu mektûb, molla Şekîb-i İsfehânîye yazılmışdır. (Nefehât) kitâbında­ki bir yazıyı açıklamakdadır:

Her hamd Allahü teâlâ içindir. Salât ve selâm, Peygamberlerin efendi­sine ve Onun temiz Âlinin hepsine olsun! (Nefehât) kitâbındaki karışık bir sözün açıklanmasını istiyorsunuz. Bunun için, birkaç kelime yazmağa kal­kışdım. Kıymetli efendim! Ayn-ül-kudât-i Hemedânî, hiç gidilmemiş bir yol­da, delîlsiz, rehbersiz gidenler için diyor ki, (Bunlardan birkaçını, bir mağ­lûb, kendi sığınağına aldı. Sekr hâli, bunlara gölge yapmak için geldi. Ak­lı başında olanlar, başlarını kaldırdılar). Gidilmiş yol demek, Allahü teâ­lâ bilir, sülûk yolu demekdir. Bilinen on makâma, birer birer ve her ince­liklerine varmak demekdir. Bu yolda, önce nefs tezkiye edilir, temizlenir. Kalbin tasfiyesi bundan sonra olur. Bu yolda hidâyete kavuşmak için, bir rehbere inâbet, ya’nî bağlanmak lâzımdır. Gidilmemiş yol ise, cezbe ve mu­habbet yoludur. Bu yolda, kalbin tasfiyesi, parlatılması önce olur. Nefsin tezkiyesi sonra olur. Seçilenlerin yoludur. Bir rehbere bağlanmak lâzım de­ğildir. Sevilmişlerin ve istenilenlerin yoludur. Birinci yol, sevenlerin ve isteyenlerin yolu idi. Bunlardan çoğu, kuvvetle çekildikleri ve kendilerini muhabbet kapladığı için, âfâkî ve enfüsî şeytânlardan korundular. Şeytân­ların aldatmasından, yoldan çıkarmalarından kurtuldular. (Bir mağlûb) ve (Sekr) dediği, bu cezbe ve muhabbetdir. Bunların rehberleri yok ise de, Al­lahü teâlânın ihsânına kavuşmuşlardır. Bu ihsân, onlara yol göstererek, he­defe ulaşdırmışdır. Şü’ûrlu olanları, ya’nî çekilmiyenleri ve kendilerini muhabbet kaplamıyanları, rehberleri de olmadığı için, din düşmanları, bunların yolunu kesdi. Helâke sürükledi. Sonsuz olan ölüme yakalandılar. Mağlûblar arasında, o iki Türkmen vardı. Hüseyn Kassâb “rahmetullahi aleyh”, bu ikisini, işâret ile bildiriyor ve diyor ki, (Büyük bir kervân ile gi­diyorduk. Kervân arasından ânsızın iki Türkmen çıkdı. Hiç gidilmemiş olan yolda ilerlemeğe başladılar) diye, [(Nefehât) kitâbının fârisî ikiyüz­seksendördüncü [284] sahîfesinde, emîr Alî Abûr isminde] uzun anlatılıyor. Büyük kervânın gitdiği yol, sülûk yolu demekdir. Bu yolda bilinen on ma­kâm, sıra ile bütün incelikleri ile geçilir. Çünki, büyüklerden çoğu, hele es­kilerin hemen hepsi, bu yoldan vâsıl olmuşlardır. Bu iki Türkmenin gitdi­ği ve Hüseyn Kassâbın da katıldığı, o hiç gidilmemiş olan yol da, cezbe ve muhabbet yoludur. Bilinen birinci yoldan dahâ kısadır. Bu yolun başlan­gıcı, lezzet almak ve râhatlık duymakdır. Bu lezzet, duyguları giderir. Şü’ûrsuzluğa sebeb olur. Bu hâli, gece olarak göstermekdedir. Bu hissizlik ve insanlardan haberi olmamak, Allahü teâlâ ile huzûra ve Ona şü’ûra se­beb olduğundan, bu huzûra ve şü’ûra ay demişdir. Burasını biraz dahâ açıklamak lâzımdır. İyi dinleyiniz:

Cesedi, bedeni idâre eden rûhdur. Bedeni yetişdiren, kalbdir. Cesedde­ki kuvvetler rûhdan gelmekdedir. His, duygu da, kalbin nûrundan hâsıl ol­makdadır. Cezbe yolunda, kalb ve rûh, Allahü teâlâya dönünce, başlangıc­da bedenin idâresi ve terbiyesi azalır. His kalmaz olur. Şü’ûr işlemez olur. Organların hareketinde gevşeklik olur. İnsan yere yıkılır. Büyük âlim şeyh Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh” bu hâle (Fütûhât-i Mekkiyye) kitâbın­da, rûhun simâ’ı demişdir. Raks ile ve dönerek olan simâ’a da, tabî’î simâ’ demişdir ve bunu sıkı yasak etmişdir. Buradan anlaşılıyor ki, bedendeki duy­gu ve hareketin azalması, ma’nevî huzûru göstermekdedir. Ceseddeki duygusuzluk rûhun şü’ûruna alâmetdir. Bunu aya benzetmek uygundur.

Sözümüze dönelim: Ayın kara bulutla örtülmesi demekle, başlangıçda olanların huzûrunu örten insanlık sıfatlarının meydâna çıkmasını anlatmak­dadır. İnsanlık sıfatlarının huzûru örtmesi, yolun ortasına kadar devâm e-der. Yolun ortasında olanlar, örtüden tâm kurtulamazlar ise de, bu kadar örtülüş yokdur. Belki bunu anlatmak için, (Gece yarısı olunca, ay bulutdan çıkdı. O iki gencin ayak izlerini gene buldum) demekdedir. Çünki, huzûr ze­mânı olan bast hâlinde yol aydınlanır. Çok ilerlemek olur. Sabâh olunca, ya’nî o hissizlik ve hareketsizlik gidince ve huzûr kuvvetlenince ve halk ile de karışınca demek istemekdedir. Bu huzûru güneşin doğması diye anlat­makdadır. İnsanın varlığına dağ demekdedir. Bu zemân kendi varlığından haberi olmakdadır. Çünki bu yolda, nefsin tezkiyesi, kalbin tasfiyesinden sonradır. O iki türkmenin cezbeleri kuvvetlenince ve kendilerini muhabbet kaplayınca, bir kahramân gibi ayaklarını insanlık dağının tepesine koydu­lar ve bir sâatde tepeye çıkdılar. Biraz Fenâya kavuşdular. Hüseyn Kassâb­da bu cezbe kuvveti olmadığı için, dağın tepesine çok güç çıkabildi. Bu da, o iki türkmenin arkasında gitdiği için oldu. Yoksa kafasını uçururlardı. Askerlerin bulunduğu yer, (a’yân-ı sâbite)yi anlatmakdadır. A’yân-ı sâbi­tede bütün mahlûkların (Te’ayyün-i hakîkî)leri ve (Te’ayyün-i İlmî-i Vücû­bî)leri birlikde bulunur. Sayısız çadırlar, bu te’ayyünleri anlatmak içindir.

Büyük çadır, (Te’ayyün-i İlmî-i Vücûbî)yi göstermekdedir. Buna, sultânın çadırı demişlerdir. Hüseyn Kassâb, sultânın çadırını işitince, aranılanı bul­dum sanarak sekr, şü’ûrsuzluk bineğinden inmek istedi. Bu merkeb olma­dan bu yolda gidilemez. Sağ ayağını dışarı koyarken kulağına bir ses gele­rek sultân çadırda yokdur dedi. Doğrusu da böyledir. Hüseyn Kassâbı çe­ken kuvvet yokdur. Ufak bir müjde ile sekr hâlinden çıkdı. İki türkmen ise, kuvvetle çekildikleri için ve kendilerini muhabbet kaplamış olduğu için, bu gibi müjdelerle aldanmadılar ve kahramânca yukarı çıkdılar. Hüseyn Kas­sâb, bin sene dahâ beklese, sultânı çadırda hiç bulamaz. Çünki Hak teâlâ, ötelerin ötesidir. Sağ ayak demesi, rûhu anlatmakdadır. Çünki, hiç gidilme­miş olan bu yolda, kalb ve rûh ayakları ile gidilir. İlm ve ibâdet ile gidilmez. İlm ve ibâdet sülûk yolunda işe yarar. Sekr hâlinden önce çıkan rûhdur. Son­ra kalb çıkar. Sol ayak kalbi göstermekdedir. Sultân oturmuşdur ve ava git­mişdir demek, güzel aynalarda, güzel yerlerde yerleşmişdir ve âşıkların gö­nüllerini avlamağa gitmişdir demekdir. Bu ses ve böyle söylemek, Hü­seyn Kassâba anlatabilmek için idi. Onun anlayabileceği gibi söylenmişdi. Yoksa, Allahü teâlâ için oturmak ve ava gitmek gibi şeyler söylenemez. Fâ­risî beyt tercemesi:

(Yokdur) ve (odur) gibi sözler, O makâmdan geri dönerler.

(Nefehât)da (Ayn-ül-Kudât-i Hemedânî)den alarak yazılmış olan bu söz­lerden başka şeyler de anlaşılıyor ve Hak teâlânın birliğine ve büyüklüğü­ne dahâ uygun oluyor. Her ne kadar, o makâma tâm uygun değil ise de, baş­kalarından dahâ uygundur. Şöyle ki, vâhidiyyet mertebesinin üstündeki te’ayyün-i evvel olan vahdet mertebesine oturmuşdur. Vahdet mertebesin­de ilmî ve aynî te’ayyünlerin hepsi yok olduğu için, hayvanların ve kuşla­rın yok edildiği ava benzetilerek, ava gitdi buyurulmuşdur. Şeyh Muham­med Ma’şûk-i Tûsî ve Emîr Alî Abûr, Sultânın avlandığı yere giderek, ona av oldular. Ma’şûk-i Tûsî dahâ önde gitdi ve dahâ yaklaşdı. Hüseyn Kas­sâb, sultânın geri döneceğini sanarak, (Vâhidiyyet) çadırlarında kaldı.

Yukarıdaki sözlerden ne anlaşılacağını doğru olarak ancak Allahü teâ­lâ bilir. Tesavvuf yolunun büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” hiç gi­dilmemiş olan yolu seçmişlerdir. Bu bilinmeyen yol, bu büyüklerin meşhûr kolay yolu olmuşdur. Kıymetli teveccühleri ve idâreleri ile, herkesi bu yoldan kavuşdurmuşlardır. Rehber olan pîrin edebleri ve emrleri gözeti­lirse, bu yol hep kavuşdurur. Bu yolda, ihtiyârların, gençlerin, kadınların ve çocukların kavuşmasında hiç başkalık yokdur. Hattâ ölüler bile bu ni’mete kavuşmayı umarlar. Behâüddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” buyur­du ki, (Hak teâlâdan elbette kavuşduran bir yol istedim). Hâce hazretle­rinin birinci talebesi olan hâce Alâ’üddîn-i Attâr “kuddise sirruh” hazret­leri, bunun için buyurdu ki, Fârisî beyt tercemesi:

Kapıcının incinmesi olmasaydı, Açardım bütün cihân kapılarını.

Allahü teâlâ, hepimizi bu büyüklerin yolunda bulundursun! Vesselâm!