213 172-Mektub

172
YÜZYETMİŞİKİNCİ MEKTÛB

Bu mektûb, şeyh Bedî’uddîn hazretlerine yazılmışdır. Büyüklerden çok azına bildirilmiş olan birkaç gizli bilgi açıklanmakdadır. Bu derecede, ârif kendini islâmiyyetden dışarı sanır. Bunun sebebi ve islâmiyyete uygunlu­ğu bildirilmekdedir:

Önce, Allahü teâlâya hamd ederim ve Onun Resûlüne “sallallahü aley­hi ve sellem” salât ve selâm ederim.

Kıymetli kardeşim! İyi biliniz ki, islâmiyyetin bir dış görünüşü vardır, bir de içi, özü vardır. Dışını, âlimler bildirmişlerdir. İçini, özünü, tesavvuf büyükleri anlamışlardır. İslâmiyyetin görünüşünde ilerlemek, mahlûkla­rın sonuna kadardır. Bundan sonra, eğer vücûb derecelerinde yükselmek nasîb olursa, dış ile iç birbiri ile birleşir. Bunlarla, Şân-ül-ilme kadar yük­selir ki, burası Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mebde-i te’ayyü­nüdür. Bundan sonra, ilerlenirse, islâmiyyetin içi de, dışı da, yolda kalır. Ârif, Şân-ı hayâtda yükselir. Bu Şânın, mahlûklar ile hiç benzerliği, ilgisi yokdur. Hakîkî Şânlardandır. İzâfet sıfatları bile, oraya yaklaşamaz. Bu Şân, maksadın kapısı gibidir. Matlûbun başlangıcıdır. Bu derecede, ârif, kendi­ni islâmiyyetden dışarda bulur. Allahü teâlâ koruduğu için islâmiyyetin in­celiklerinden bir inceliği bile elden kaçırmaz. Bu büyük ni’mete kavuşmak­la şereflenenler çok az, hem de pekçok azdır. Tesavvuf yolcularının çoğu, bu makâmın gölgelerine varabilmişlerdir. Çünki her yüksek makâmın, altında gölgesi vardır. Gölgeye varanlar, islâmiyyetden dışarıya çıkdık sanmışlardır. Kabuğu soyduklarını, öze kavuşduklarını zan etmişlerdir. Bu­rası, tesavvuf yolculuğunun tehlükeli yeridir. Za’îf olanlardan çoğu, bura­da yoldan çıkmış, mülhid ve zındık olmuşlardır. İslâmiyyetden ayrılmışlar, hem kaymışlar, hem de başkalarını yuvarlamışlardır. Büyükler arasında, vilâyet derecelerinden birine kavuşanlar ve o yüksek makâmın gölgelerin­den birisinde, bu ma’rifeti edinenler, o makâmın kendine varamamış ise­ler de, Allahü teâlâ bunları korumakdadır. İslâmiyyetin edeblerinden bir edebi elden bırakmazlar. Bu ma’rifetin iç yüzünü anlamasalar ve işin özü­nü kavramasalar da, islâmiyyetden kıl kadar ayrılmazlar. Allahü teâlânın lutfü ve ihsânı ile, sevgili Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem” sa­dakası olarak, bu bilmece bu fakîre çözülünce, işin özü anlaşılınca, az bir­şey açıklamak uygun oldu. Belki, nâkısları doğru yola getirir ve olgunla­ra işin iç yüzü aydınlanır.

İslâmiyyetin emrleri, yasakları, hem bedenedir, organlaradır, hem de kal­bedir. Çünki nefsin temizlenmesi, bu ikisinin islâmiyyete uymasına bağlı­dır. İşte, o makâma erişen büyüklerde, islâmiyyetden dışarı aşan, bu ikisin­den başka olan latîfelerdir. İslâmiyyete uyması lâzım gelen bu iki parça, her zemân uymakdadır. Başka latîfelere, islâmiyyete uymak için emr olun­mamışdır.

Tesavvuf yolunda ilerlemeden önce, beş latîfe birbirleri ile birleşmiş idi. Rûh, sır, hafî ve ahfâ latîfeleri, kalbden ayrı değillerdi. Seyr ve sülûk deni­len o yolculukda, beş latîfe birbirinden ayrıldı. Herbiri, kendi yerine varıp yerleşdi. Böylece, hangisinin islâmiyyete uymakla vazîfeli olduğu, hangi­lerinin vazîfeli olmadıkları anlaşıldı.

Süâl: O makâmda, ârif, bedenini ve kalbini de, islâmiyyetin dışında buluyor. Bunun sebebi nedir?

Cevâb: Böyle bulmak, doğru bir buluş değildir. Böyle sanmakdadır. Kalbini ve bedenini, çok latîf olan, başka latîfeleri gibi görmekdedir. Bun­ları da, onlar gibi, islâmiyyetin dışında sanmakdadır.

Süâl: Beden ve kalb, islâmiyyetin görünüşüne uymakla vazîfeli olduk­ları gibi, islâmiyyetin özü, kalbin dışına da yayılmakdadır. Böyle olunca, is­lâmiyyetden dışarı çıkmak, ne demek oluyor?

Cevâb: İslâmiyyetin özü, rûh ve sır latîfelerini aşamaz. Hafî ve ahfâya eremez. İslâmiyyetden dışarda kalanlar da bu ikisidir. Herşeyin doğrusu­nu ancak Allahü teâlâ bilir.

Allahü teâlâ bizi ve bütün müslimânları Peygamberlerin en üstününe uy­makla şereflendirsin “aleyhi ve aleyhim ve alâ âlihim salevâtü vetteslîmâ­tü etemmühâ ve ekmelühâ”!