075/76 44-Mektub

44
KIRKDÖRDÜNCÜ MEKTÛB

Bu mektûb, yine nakîb, seyyid şeyh Ferîde yazılmışdır. İnsanların iyisi­ni medh etmekde ve Ona uymağa teşvîk etmekdedir:

Merhamet ederek göndermiş olduğunuz, kıymetli mektûbunuz, en iyi bir zemânda, fakîri şereflendirdi. Okuyarak mesrûr olduk. Allahü teâlâya hamd olsun ki, Muhammed aleyhisselâmın fakrinden, size mîrâs nasîb ol­muş. Fakîrlere karşı teveccüh ve sevgi ve onlara bağlılık, bu mîrâsdan hâ­sıl olmakdadır. Hiçbirşeyi olmayan bu fakîr, ne cevâb yazacağımı şaşırdım. Arabın en hayrlısı olan, büyük ceddinizin üstünlüklerini bildiren haberle­ri yazarak, bu mektûbumu, âhıretde azâblardan kurtulmak için vesîle ya­pacağım. Aleyhissalâtü vettehıyye efendimizi medh etmeğe kalkışmıyorum. Yazılarımı, Onun ile kıymetlendiriyorum. Arabî beyt tercemesi:

Muhammed aleyhisselâmı medh edemiyorum,

Onunla, yazılarımı kıymetlendiriyorum.

Allahü teâlâya sığınarak ve Ondan yardım dileyerek bildiriyorum ki: Mu­hammed “aleyhisselâm”, Allahü teâlânın resûlüdür. Âdem oğullarının seyyidi, efendisidir. Kıyâmet gününde, kendisine uyarak Cehennemden kur­tulanların en cömerdidir.

[Seyyid Abdülhakîm Efendi “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” buyur­du ki: Her Peygamber “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, kendi zemâ­nında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üs­tündür. Muhammed “aleyhisselâm” ise, her zemânda, her memleketde, ya’nî dünyâ yaratıldığı günden, kıyâmet kopuncıya kadar, gelmiş ve gelecek, bü­tün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu, güç birşey değildir. Dilediğini yapan, her iste­diğini yaratan, Onu böyle yaratmışdır. Hiçbir insanın Onu medh edecek gü­cü yokdur. Hiçbir insanın, Onu tenkîd edecek iktidârı yokdur].

Kıyâmet günü kabrden en önce O kalkacakdır. En önce, O şefâ’at ede­cekdir. En önce, Onun şefâ’ati kabûl olacakdır. Cennet kapısını önce O ça­lacakdır. Kapı, Ona hemen açılacakdır. (Livâ-i hamd) denilen bayrak, Onun elinde bulunacakdır. Âdem “aleyhisselâm” ve Onun zemânından kıyâmete kadar gelen her mü’min, bu bayrak altında bulunacakdır. Bir ha-dîs-i şerîfde, (Kıyâmet günü, önce gelenlerin ve sonra gelenlerin seyyidiyim. Hakîkati bildiriyorum, öğünmüyorum) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Alla-hü teâlânın habîbiyim, sevgilisiyim. Peygamberlerin reîsiyim. Öğünmek için söylemiyorum). Bir hadîs-i şerîfde, (Peygamberlerin “aleyhimüsse­lâm” sonuncusuyum, öğünmüyorum. Ben Abdüllahın oğlu Muhammedim “aleyhissalâtü vesselâm”. Allahü teâlâ insanları yaratdı. Beni insanların en iyisinde yaratdı. Allahü teâlâ, insanları fırkalara [kavmlere, ırklara] ayırdı. Beni, en iyisinde bulundurdu. Sonra bu en iyi fırkayı kabîlelere [cemâ’at­lere] ayırdı. Beni en iyisinde bulundurdu. Sonra, bu cemâ’ati evlere ayırdı. Beni, en iyi evden [ya’nî âileden] dünyâya getirdi. İnsanların en iyisiyim. En iyi âiledenim. Kıyâmetde, herkes susduğu zemân, ben söyliyeceğim. Kim­senin kımıldıyamadığı vaktde, onlara şefâ’at ediciyim. Kimsede ümmîd kalmadığı bir zemânda, onlara müjde vericiyim. O gün her iyilik, her dür­lü yardım, her kapının anahtarı bendedir. Livâ-i hamd benim elimdedir. İn­sanların en hayrlısı, en cömerdi, en iyisiyim. O gün emrimde binlerce hiz­metçi vardır. Kıyâmet günü, Peygamberlerin imâmı, hatîbi ve hepsine şefâ’at edici benim. Bunları öğünmek için söylemiyorum). [Hakîkati bildiriyo­rum. Hakîkati bildirmek vazîfemdir. Bunları söylemezsem, vazîfemi yapma­mış olurum] buyurdu. O olmasaydı “aleyhissalâtü vesselâm”, Allahü teâlâ, hiçbirşeyi yaratmazdı. Rab olduğu, ma’bûd olduğu meydâna çıkmazdı. Âdem “aleyhisselâm”, su ile toprak arasında iken [ya’nî çamuru yoğrulur­ken], O “aleyhisselâm” Peygamber idi. Fârisî beyt tercemesi:

Günâh işlese de, çekilmez hesâba, böyle bir seyyidin izindeki kimse.

Bütün insanlığın seyyidi, en üstünü olan, böyle bir Peygambere “aley­hissalevâtü vettehıyyât” inanan, Onun yolunda giden kimse, elbette üm­metlerin en iyisi olur. Âl-i İmrân sûresinin, (Siz ümmetlerin, din sâhible­rinin en hayrlısı, en iyisisiniz!) meâlindeki yüzonuncu âyeti bunlara müj­dedir. Ona inanmıyan, [Onu anlıyamıyan, kendileri gibi sanan], insanla­rın en kötüsüdür. Tevbe sûresinin, (Vahşî, kalbleri katı câhiller, sana inan­maz. Dahâ çok münâfıkdırlar) meâlindeki doksansekizinci âyeti bunları göstermekdedir. Dünyânın bugünkü hâlinde, Onun sünnet-i seniyyesine [ya’nî islâmiyyete] uymakla şereflendirilenler, ne kadar bahtiyârdır. Onun dînine inanan, Ona ümmet olanın, az bir iyiliğine katkat sevâb verilir. Es­hâb-ı Kehf [ya’nî Tarsusdaki mağarada bulunan yedi kişi] “rahmetullahi aleyhim ecma’în” bir güzel iş yapmakla, yüksek derecelere kavuşdu. Bu işleri de, din düşmanları, her tarafı kapladığı vakt, kalblerindeki îmânı ko­rumak için, başka yere hicret etmeleri idi. Bugün, Ona îmân edip, az bir ibâdet yapmak, sanki düşman saldırıp, her tarafı kapladığı zemânda, as­kerin, az bir hareketinin çok kıymetli olmasına benzer. Sulh zemânında, askerin, bundan katkat fazla çalışması, böyle kıymetli olamaz.

Muhammed “aleyhisselâm”, Allahü teâlânın mahbûbu olduğu için, Onun izinde giden, mahbûbluk derecesine yükselir. Çünki, muhib [ya’nî aşık], sevgilisinin ahlâkını, alâmetlerini kimde görürse, onu da sever. Ona uymıyanların hâlini, bundan anlamalı! Fârisî beyt tercemesi:

Muhammed “aleyhisselâm”, yüzü suyudur cihânın,

kapısının toprağı olmıyan, toprak altında kalsın!

Eshâb-ı Kehf “rahmetullahi aleyhim ecma’în” gibi hicret edemiyen, bâtın yolu ile hicret etmeğe çalışmalıdır. Düşmanlar arasında bulunur­ken, gönülleri, onlardan ayrı, uzak olmalıdır. Allahü teâlâ, bu sûretle de, se’âdete kapıları açabilir. Nevruz günü [martın yirminci günü], geliyor. [Kâfirlerin, ateşe tapanların bayramı olan] o günlerde, ne karışıklık, ne ka­dar taşkınlık, şaşkınlık olduğunu biliyorsunuz. O karanlık günleri atlatdık­dan sonra, Allahü teâlâ nasîb ederse, sizinle görüşmek şerefine kavuşma­ğı ümmîd ediyorum. Nâzik başınızı ağrıtmamak için, mektûbuma son ve­riyorum. Allahü teâlâ, kerîm olan babalarınızın yolundan ayırmasın! Size ve onlara kıyâmete kadar selâm olsun! Âmîn.