069/70 41-Mektub

41
KIRKBİRİNCİ MEKTÛB

Bu mektûb, şeyh Dervîşe gönderilmişdir. Sünnet-i seniyyeye yapışma­ğa teşvîk etmekde ve tarîkati, hakîkati ve Sıddîklığı bildirmekdedir:

Hak teâlâ, zâhirimizi ve bâtınımızı [dışımızı, içimizi] sünnet-i seniyye-i Mustafâviyyeye “alâ sâhib-i hessalâtü vesselâmü vettehıyye” uymakla zînet­lendirsin! Muhammed Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, mahbûb-i Rabbil’âlemîndir. Ya’nî Allahü teâlânın sevgilisidir. Herşeyin en iyisi, en gü­zeli, sevgiliye verilir. Bunun içindir ki, Nun sûresi dördüncü âyetinde me­âlen, (Elbette sen, en büyük, en yüksek olarak yaratıldın) buyuruldu. Ya­sîn sûresinin üçüncü âyetinde meâlen, (Elbette sen, Peygamberlerimden bi­risin ve doğru yoldasın) buyuruldu. En’âm sûresi, yüzelliüçüncü âyetinde meâlen, (Onlara söyle: Benim gitdiğim yol, doğru yoldur. Bu yolda yürüyü­nüz, başka dinlere, nefslerinize uymayınız. Doğru yoldan ayrılmayınız!) bu­yuruldu. Onun dînine, (Doğru yol) buyuruyor. Onun dîni dışında kalan yol­lara, felâket yolu deyip, bu yollardan kaçınınız buyuruyor.

O Server “aleyhissalâtü vesselâm”, Allahü teâlâya şükr etmek ve insan­lara hakîkati bildirmek için, (Yolların en hayrlısı, doğrusu, Muhammedin “aleyhisselâm” yoludur) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Rabbim beni en gü­zel edeble, edeblendirdi) buyurdu.

İnsanın bâtını, zâhirini temâmlamakdadır. Zâhir ile bâtın, birbirinden kıl kadar ayrılmaz. Meselâ, ağız ile yalan söylememek islâmiyyetdir. Yalan söylemek arzûsunu, zahmet çekerek, uğraşarak, kalbden çıkarmak tarîkat­dir. Yalan söylemenin kalbe gelmemesi de hakîkatdir. Görülüyor ki, bâtın işi, ya’nî tarîkat ve hakîkat, zâhir işini, ya’nî islâmiyyeti temâmlamakdadır. Tarîkat yolcularına, yolculuklarında islâmiyyete uymıyan şeyler görünür ve gösterilirse, bunlar, o ândaki serhoşlukdan ve hâl denilen şü’ûrsuzluğun art­masından dolayı olur. Sâliki [tesavvuf yolcusunu], bu makâmdan geçirir, uyandırırlarsa, islâmiyyete uymayan birşey kalmaz. Meselâ, ba’zıları, sekr hâlinde iken, Zât-ı ilâhînin bu âlemi ihâta etdiğini, kapladığını sanmışdır. Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimleri böyle söylemiyor. Allahü teâlânın, kendi de­ğil, ilmi herşeyi kaplamışdır diyor ki, âlimlerin sözü dahâ doğrudur. Sôfiy­ye-i aliyye, bir tarafdan, Zât-ı teâlâya hiçbir şeyle hükm olunamaz, hiçbir ilm Ona yetişemez diyor. Bir yandan da, herşeyi ihâta etmiş, herşeye sirâ­yet etmişdir, diyor. Sözleri, birbirini tutmuyor. Sözün doğrusu, Allahü te­âlâ, bîçûn ve bî-çigûnedir. Ya’nî, hiçbirşeye, düşüncelere benzemez ve na-sıl olduğu bilinemez. Ona kavuşan, hayrân, şaşkın ve Ona câhil olur. Ora­sı, mahlûklar için, cehl diyârıdır. İhâta, sereyân gibi sözlerin, o mukaddes makâmda ne işi var? Böyle şeyleri söyliyen, eğer Zât-i ilâhî yerine, te’ay­yün-i evveli söyliyoruz derse, sözü o kadar çirkin olmaz. Te’ayyün-i evve­li, Zât-i ilâhîden ayrı bilmedikleri için, buna zât diyorlar. Te’ayyün-i evve­le vahdet de derler. Mahlûkların hepsinde sârîdir, mevcûddur. Bunun için, Zât-i ilâhî, herşeyi kaplamışdır diyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri, Zât-i ilâhî, her düşünceden uzakdır. Hiçbirşey, O değildir. Ondan başkadırlar. Te’ay­yün-i evvel diye birşey varsa, Zât-i ilâhîden ayrıdır. Bunun ihâta etmesine, Zât-i ilâhînin ihâtası denemez diyor. Görülüyor ki, âlimlerin görüşü, sôfiy­yenin görüşünden dahâ ince, dahâ yüksekdir. Sôfiyyenin Zât-i ilâhî dedik­lerini, âlimler, zâtdan ayrı bilmekdedir. Zât-i ilâhînin yakın olması, berâ­ber olması da böyledir.

Bâtının, ya’nî tarîkat ve hakîkatin ma’rifetleri, zâhirin, ya’nî islâmiyye­tin bilgilerine, tâm uygun olduğu makâm, Sıddîklık makâmıdır ki, vilâyet derecelerinin en üstünüdür. Bu makâmdaki ma’rifetler, islâmiyyetden kıl kadar ayrı olmaz. Sıddîklık makâmı üstünde, yalnız nübüvvet, ya’nî Pey­gamberlik makâmı vardır. Peygambere “aleyhisselâm” vahy ile ya’nî me­lek ile gönderilen ilmler, Sıddîklara “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ilhâm ile bildirilmekdedir. Bu iki ilm arasındaki fark, yalnız, vahy ve ilhâm arasındaki farkdır. O hâlde, hiç ayrılık olamaz. Sıddîklık makâmının altın­daki makâmların hepsinde az çok, sekr [şü’ûrsuzluk, dalgınlık] vardır. Sekrsiz olan, tâm uyanıklık, yalnız Sıddîklık makâmındadır. Peygamberlik ile Sıddîklık bilgileri arasında, ikinci bir fark da, vahy elbette doğrudur. İl­hâm ise, zan iledir. Çünki, vahy, melek ile gelir. Melek, ma’sûmdur. Ya’nî öyle yaratılmışdır ki, yanlışlık yapamaz. İlhâm yeri de, yüksek ise de, ya’nî ilhâm yeri olan kalb, âlem-i emrden olup, yüksek ise de, akl ve nefs ile bir­likde bulunduğu için, yanılabilir. Evet, nefs mutmeinne olmuş ise de, Fâ­risî beyt tercemesi:

Olsa da o, mutmeinne, sıfatları gitmez yine.

Nefs, mutmeinne oldukdan sonra, sıfatlarının, kendisinde bırakılmasın­da, nice fâide vardır. Sıfatları yok edilseydi, insan, yüksek derecelere iler­liyemezdi. Rûhu, melek gibi olurdu. Kendi makâmında kalırdı. Rûh, ancak nefse uymamakla yükselebilmekdedir. Nefsde azgınlık kalmasaydı, nasıl ilerliyebilirdi. Kâinâtın efendisi “aleyhi minessalevâti etemmühâ ve minet­teslîmâti ekmelühâ”, kâfirlerle cihâddan geri dönünce, (Küçük muhârebe­den döndük, büyük cihâda geldik) buyurdu. Nefs ile savaşmağa, (Cihâd-ı ekber) dedi. Din büyüklerinin nefslerinin azması demek, çok az (Terk-i azî­met) ve (Muhâlefet-i evlâ) etmesi demekdir. [(Azîmet), islâmiyyetin izn ver­diği şeyleri de yapmamak, (Evlâ) da, herşeyin en iyisini yapmakdır. Nefs, azîmeti ve evlâyı istemiyor.] Büyüklerin nefslerinde, yalnız bu terki istemek vardır. Yoksa azîmeti ve evlâyı terk etmezler. İşte, nefslerinin, yalnız bu is­temesinden dolayı, cenâb-ı Hakka o kadar çok yalvarırlar, o kadar çok piş­mân olur, sızlarlar ki, başkalarının bir senede kazandıkları mertebelere, bir ânda yükselmelerine sebeb olur.

Yine sözümüze dönelim! Sevgilinin ahlâkı, sıfatları, her nerede bulunur­sa orası da sevilir. Âl-i İmrân sûresinde, (Benim izimde yürüyünüz! Alla­hü teâlâ, sizi sever) meâlindeki otuzbirinci âyet, bunu işâret etmekdedir. O hâlde, Ona “aleyhissalâtü vesselâm” uymağa çalışmak, insanı, Mahbû­biyyet makâmına kavuşdurur. Aklı olanların, iyi, doğru düşünebilenlerin zâhirleri ile, bâtınları ile Habîbullaha “aleyhissalâtü vesselâm” tâm uyma­ğa çalışması lâzımdır.

Mektûb uzunca oldu. Afv buyurunuz! Her bakımdan güzel olanı anla­tan söz, güzel olacağı için, uzadıkça, güzelliği artar. Sûre-i Kehf, yüzo­nuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Rabbimin kelimelerini yazmak için, de­niz mürekkeb olsa, Rabbimin kelimeleri bitmeden deniz biter. Bir deniz da­hâ getirsek o da biter) buyuruldu. Vesselâm.

Sözü başka tarafa çevirelim. Düâlarımı bildiren mektûbumu size geti­ren Mevlânâ Muhammed Hâfız, ilm sâhibi olup, çoluk çocuğu fazladır. Ge­çim darlığından askere gitdi. Eğer yardım elinizi uzatır, emîr nakîb Seyyid Şeyh Ciyuya “rahmetullahi aleyh”[1] maâş alması için veyâ yardım etmesi için söylerseniz kerem etmiş olursunuz. Dahâ fazla yazıp başınızı ağrıtmı­yayım.

[1] Şeyh Ciyu: Nakîb, ya’nî Diyânet İşleri re’îsi Seyyid Ferîdeddîn-i Buhârî.