059 33-Mektub

33
OTUZÜÇÜNCÜ MEKTÛB

Bu mektûb, molla hâcı Muhammed Lâhorîye yazılmışdır. Dünyâyı se­ven ve ilmi, dünyâyı kazanmağa harc eden kötü ilm adamlarının zararını bildirmekde ve dünyâya düşkün olmayan âlimleri medh etmekdedir:

Âlimlerin dünyâyı sevmesi ve ona düşkün olması, güzel yüzlerine siyâh leke gibidir. Böyle olan ilm adamlarının, insanlara fâidesi olur ise de, ken­dilerine olmaz. Dîni kuvvetlendirmek, islâmiyyeti yaymak şerefi, bunlara âid ise de, ba’zan kâfir ve fâsık da, bu işi yapar. Nitekim, Peygamberlerin efendisi “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât” kötü kimselerin de, dî­ni kuvvetlendireceğini haber vermiş ve (Allahü teâlâ bu dîni, fâcir kimse­lerle de, elbette kuvvetlendirir) buyurmuşdur. Bunlar, çakmak taşına ben­zer. Çakmak taşında enerji vardır. İnsanlar bu taşdaki kudretden ateş ya­par, istifâde eder. Taşın ise, hiç istifâdesi olmaz. Bunların da ilmlerinden ken­dilerine fâide olmaz. Hattâ, bu ilmleri, kendilerine zararlıdır. Çünki, kıyâ­met günü, bilmiyorduk, günâh olduğunu bilseydik yapmazdık diyemezler. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Kıyâmet gününde, en şiddetli azâb görecek kimse, Allahü teâlânın kendi ilminden, kendisini fâidelendirmediği âlim­dir). Allahü teâlânın kıymet verdiği ve herşeyin en şereflisi olan ilmi, mal, mevkı’ kapmağa ve başa geçmeğe vesîle edenlere, bu ilm zararlı olmaz mı? Hâlbuki, dünyâya düşkün olmak, Allahü teâlânın hiç sevmediği birşeydir. O hâlde, Allahü teâlânın kıymet verdiği ilmi, Onun sevmediği yolda harc etmek, çok çirkin bir işdir. Onun kıymet verdiğini kötülemek, sevmediği­ni de kıymetlendirmek, yükseltmek demekdir. Açıkçası, Allahü teâlâya kar­şı durmak demekdir. Ders vermek, va’z etmek ve dînî yazı, kitâb, mecmû’a çıkarmak, ancak, Allah rızâsı için olduğu vakt ve mevkı’, mal ve şöhret ka­zanmak için olmadığı zemân fâideli olur. Böyle hâlis, temiz düşünmenin alâ­meti de, dünyâya düşkün olmamakdır. Bu belâya düşmüş, dünyâyı seven din adamları, hakîkatda dünyâ adamlarıdır. Kötü âlimler bunlardır. İnsan­ların en alçağı bunlardır. Din, îmân hırsızları bunlardır. Hâlbuki bunlar, ken­dilerini din adamı, âhiret adamı ve insanların en iyisi sanır ve tanıtır. Sû­re-i Mücâdelede, (Onlar, kendilerini müslimân sanıyor. Onlar son derece yalancıdır. Şeytân onlara musallat olmuşdur. Allahü teâlâyı hâtırlamaz ve ismini ağızlarına almazlar. Şeytâna uymuşlar, şeytân olmuşlardır. Biliniz ki, şeytâna uyanlar ziyân etdi. Ebedî se’âdeti bırakıp sonsuz azâba atıldı) meâlindeki âyet-i kerîme bunlar içindir. Büyüklerden biri şeytânı boş otu­ruyor, insanları aldatmakla uğraşmıyor görüp, sebebini sorar. Şeytân cevâb olarak, (Zemânın din adamı geçinen, kötü âlimleri, insanları yoldan çıkar­makda, bana o kadar yardım ediyor ki, bu mühim işi yapmama lüzûm kal­mıyor) demişdir. Doğrusu, zemânımızda islâmiyyetin emrlerini yapmakda­ki gevşeklikler ve insanların dinden yüz çevirmesi, hep din adamı perdesi altında söylenen sözlerden, yazılardan ve bu adamların bozuk niyyetlerin­den dolayıdır. [Din adamları üç kısmdır: Akl sâhibi, ilm sâhibi, din sâhibi. Bu üç sıfatı da birlikde taşıyan din adamına (Din âlimi) denir. Bir sıfatı nok­sân olursa, onun sözüne güvenilmez. İlm sâhibi olmak için, akl ve nakl ilm­lerinde mütehassıs olmak lâzımdır.]

Dünyâya gönül kapdırmıyan, mal, mevkı’, şöhret kazanmak, başa geç­mek sevdâsında olmıyan din âlimleri, âhıret adamlarıdır. Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” vârisleri, vekîlleridir. İnsanların en iyisi bunlardır. Kı­yâmet günü, bunların mürekkebi, Allahü teâlâ için cânını veren şehîdlerin kanı ile dartılacak ve mürekkeb, dahâ ağır gelecekdir. (Âlimlerin uykusu ibâdetdir) hadîs-i şerîfinde medh edilen, bunlardır. Âhıretdeki sonsuz ni’metlerin güzelliğini anlıyan, dünyânın çirkinliğini ve kötülüğünü gören, âhıretin ebedî, dünyânın ise fânî geçip tükenici olduğunu bilen onlardır. Bu­nun için kalıcı olmayan, çabuk değişen ve biten şeylere bakmayıp, bâkî ola­na, hiç bozulmıyan ve bitmiyen güzelliklere sarılmışlardır. Âhıretin büyük­lüğünü anlıyabilmek, Allahü teâlânın sonsuz büyüklüğünü görebilmekle olur. Âhıretin büyüklüğünü anlıyan da, dünyâya hiç kıymet vermez. Çün­ki, dünyâ ile âhıret birbirinin zıddıdır. Birini sevindirirsen öteki incinir. Dün­yâya kıymet veren âhıreti gücendirir. Dünyâyı beğenmiyen de, âhırete kıymet vermiş olur. Her ikisine birden kıymet vermek veyâ her ikisini aşağılamak olamaz. İki zıd şey bir araya getirilemez. [Ateş ile su bir arada bulundurulamaz.]

Tesavvuf büyüklerinden ba’zısı, kendilerini ve dünyâyı temâmen unut­dukdan sonra, birçok sebebler, fâideler için, dünyâ adamı şeklinde görü­nürler. Dünyâyı seviyor, istiyorlar sanılır. Hâlbuki, içlerinde hiç dünyâ sevgisi, arzûsu yokdur. Sûre-i Nûrda, (Bunların ticâretleri, alış verişleri, Al­lahü teâlâyı hâtırlamalarına hiç mâni’ olmaz) meâlindeki âyet-i kerîme bun­lar içindir. Dünyâya bağlı görünürler. Hâlbuki, hiç bağlılıkları yokdur. Hâce Behâeddîn-i Nakşibend Buhârî “kuddise sirruh” buyuruyor ki, (Mek­ke-i mükerremede Minâ pazarında, genç bir tâcir, aşağı yukarı, ellibin al­tın değerinde alış veriş yapıyordu. O esnâda, kalbi, Allahü teâlâyı bir an unutmuyordu).