052/53 31-Mektub

31

OTUZBİRİNCİ MEKTÛB

Bu mektûb, şeyh Sofîye gönderilmişdir. Tevhîd-i vücûdînin hakîkati ve Allahü teâlâya yakın olmak ve berâber olmak ne demek olduğu bildirilmek­dedir:

Allahü teâlâ hepimizi, Peygamberlerin seyyidinin “aleyhimüsselâm” yolundan ayırmasın! Yanınızdan gelen bir zât dedi ki, şeyh Nizâm-i Tehâ­nîserînin talebesinden biri, sizin yanınızda, bu fakîr için vahdet-i vücûde inanmıyor demiş. Bu zât, bunu bildirdikden sonra, bu sözün doğru olup ol­madığını sordu ve talebenizin okuyup aydınlanması ve kötü düşüncelere saplanmamaları için, vahdet-i vücûd üzerindeki bilgimi yazmamı istedi. Müs­limâna karşı kötü zanda bulunmak, günâh olduğundan, talebenizi günâh­dan korumak düşüncesi ile, birkaç kelime yazıp, başınızı ağrıtıyorum:

Muhterem yavrum! Bu fakîr, çocukluğumdan beri, vahdet-i vücûde inanmakdaydım. Babam “kaddesallahü teâlâ sirreh” de, buna inandığını, her zemân bildirirdi. Mubârek kalbi, vahdet-i vücûddan ve herşeyden uzak olan, hiçbir sûretle varılmayan varlığa doğru olduğu hâlde, bu i’tikâd­dan hiç ayrılmamışdı. Âlimin oğlu da, yarım âlim demekdir sözü gereğin­ce, bu fakîrin bu bilgiden büyük payı olmuşdu. Çok lezzetler almışdım. Fe­kat, Allahü teâlâ, sonsuz ihsânı ile, büyük rehber, hakîkatlerin, ma’rifet­lerin kaynağı, islâm dîninin hâmisi, hocam, önderim, kurtuluş yoluna ka­vuşdurucu, Muhammed Bâkî “kuddise sirruh” hazretlerine kavuşdurdu. Bu fakîre tarîkat-i aliyye-i Nakşibendiyyeyi ta’lîm buyurdu. Hiçbirşeye yara­mıyan bu miskîni, mubârek kalblerinin ışıkları altında bulundurmakla şe­reflendirdi. Bu üstün yolda ilerlemeğe alışdırınca, az zemânda, vahdet-i vü­cûd bilgileri önüme çıkdı. Bu makâmın çeşidli ilmleri, ma’rifetleri kapla­dı. Bu mertebenin inceliklerinden, göstermedikleri hemen birşey kalma­dı. Muhyiddîn-i Arabînin “kuddise sirruh” bildirdiği ince bilgiler, olduğu gibi meydâna çıkdı. (Füsûs) kitâbında yazdığı ve urûcun, bu yolun sonu ol­duğunu sanıp, bundan ötesi ademdir, yoklukdur dediği, tecellî-i zâtî ile de, şereflendirdiler. Kendisine Evliyânın sonuncusu diyerek yalnız Evliyânın sonuncusuna mahsûs olduğunu yazdığı, bu tecellînin çeşidli bilgilerini, ma’rifetlerini uzun uzadıya, bu fakîre bildirdiler. Bu ma’rifetlere, o kadar daldım, o kadar kapıldım ki, vahdet-i vücûd hâli, herşeyi unutdurdu. Bu bil­gilerin serhoşu oldum. O anlarda, hocamın yüksek huzûruna arz etdiğim mektûblarımda, bu serhoşluğumun derecesini gösteren çılgınca yazılarım vardır. [Bu yolda yazılı bir rübâ’înin tercemesini uygun görmeyip geçiyo­ruz.] Uzun zemân, bu hâlde kaldım. Seneler geçdi. Nihâyet, Cenâb-ı Hak-kın sonsuz lutf ve inâyeti, ânsızın, imdâdıma yetişip, bîçûn, bî keyf olan [ya’nî anlaşılmaz olan] cemâlden perdeler, birdenbire kaldırıldı. [Sanki sel­ler, felâketler yapan fırtınalı kara bulutlar, bir ânda sıyrılıp, mâvi semâ açıl­dı. Güneş heryeri aydınlatdı.] Önceden olan, vahdet-i vücûd, ittihâd, Al­lahü teâlânın herşeyle birleşmiş, berâber görünmesi gayb oldu. İhâta, se­reyân, kurb ve ma’ıyyet, ya’nî Allahü teâlânın heryeri kaplaması, doldur­ması, yakın olması gibi bilgiler, örtüldü, gitdi. İyice anladım ki, yaratanın, yaratdıkları ile hiçbir benzerliği, hiçbir bağlılığı yokdur. İhâta, kurb gibi şey­ler, Ehl-i sünnet âlimlerinin (Allahü teâlâ o büyük âlimlerin çalışmalarına çok mükâfât versin) bildirdiği gibi, hep Allahü teâlânın, ilmi içindir. Ken­disi için değildir. Allahü teâlâ hiçbirşeyle birleşmiş değildir. O, Odur, mah­lûklar, mahlûkdur. O, bîçûndur, erişilmez, anlaşılmaz, anlaşılamaz. Bütün âlem ise, his olunan, anlaşılabilen şeylerdir. Anlaşılamıyan anlaşılan gibi olamaz. Vâcib, mümkin gibidir denemez. Kadîm olan, hâdis olana benze­mez. Yokluğu mümkin olmıyan, yok olabilen gibi değildir. Hakîkatler de­ğişemez. Birisi için olan, öteki için söylenemez. Ne kadar şaşılacak şeydir ki, şeyh Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh” ve onun yolunda giden büyük­ler [onların sözlerinden ezberleyip, ötede beride söyleyen, yazan, câhiller değil], (Allahü teâlâ, hiçbir sûretle anlaşılmaz. Hiçbir şeye benzemez) de­dikleri hâlde, Zât-i ilâhî, herşeyi ihâta etmiş, kaplamışdır, herşeye yakın­dır, herşeyle berâberdir diyorlar. Bunun doğrusu, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğidir. Yakın olan, ihâta eden, Allahü teâlânın kendisi değil, ilmidir.

Tevhîd-i vücûdî bilgileri yok olup da, başka ilmler, ma’rifetler hâsıl ol­duğu zemân, çok üzülmüşdüm. Çünki, vahdet-i vücûd ma’rifetlerinden da­hâ üstün şeyler bulunacağını bilmiyordum. Bu ma’rifetlerin yok olmama­sı için yalvarıyor, çok düâ ediyordum. Fekat, perdeler, temâmen kalkıp, hakîkat bütün açıklığı ile bildirilince, anladım ki, âlemler, mahlûklar, Sı­fât-ı ilâhiyyenin aynaları ve Esmâ-i ilâhiyyenin görünüşleri ise de,