033 18-Mektub

Keşfler, ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerinden kıl kadar ayrılmamakdadır. Onların kısaca bildirdikleri şeyleri açıkladılar ve genişletdiler. Düşünerek anlamak yerine içden gelerek öğrenmeği ihsân et­diler. Bir kimse Hâce Şâh-i Nakşibend “kaddesallahü teâlâ sirrehül akdes” hazretlerinden sordu:

Süâl: Tesavvuf yolunda ilerlemek, ya’nî sülûk niçindir?

Cevâb: (Kısaca, topluca öğrenilenlerin genişlemesi, açılması ve düşüne­rek bulmak yerine, keşf ile kalbe gelmek içindir) buyurdu. Onlardan başka şeyler öğrenmek içindir buyurmadı. Evet, tesavvuf yolunda ilerlerken, bil­giler, ma’rifetler hâsıl olmakdadır. Fekat, bunların hepsini bırakıp ilerlemek lâzımdır. En son makâma, ya’nî Sıddîklık makâmına varmadıkça doğru bil­gilere kavuşamaz. Şuna şaşılır ki, Ehlüllah arasında, bu şerefli makâma ka­vuşduklarını söyleyenlerin bu makâma uygun olan bilgileri ve ma’rifetleri aca­bâ neden olmuyor? (Her ilm sâhibinin üstünde dahâ büyük âlim vardır.)

Kazâ ve kader bilgisini de açıkladılar. Öyle bildirdiler ki, islâmiyyetin bildirdiğinden hiç ayrılığı yokdur. Bu bilgiye, îcâb noksanlığı ve cebr leke­si hiç bulaşmamakdadır. Bu bilgi, ayın ondördündeki ay gibi açık anlaşıl­makdadır. İslâmiyyetin bildirdiğine hiç uygunsuz olmadığı hâlde bu bilgi­yi niçin herkesden gizlediklerine şaşıyorum. Eğer dîn-i islâma uygun olma­sa idi, o zemân örtmeleri, saklamaları uygun olurdu. Ne yapdığından süâl olunmaz. Fârisî beyt tercemesi:

Onun korkusundan, kim ne yapabilir? Teslîm olmakdan başka ne diyebilir.

İlmler ve ma’rifetler, nisan yağmuru gibi akıyorlar. İnsanın idrâki bunla­rı kavrıyamıyor. Lâf olsun diye insanın idrâki diyoruz. Yoksa, sultânın hediy­yelerini ancak onun hayvanları taşıyabilir. Önceleri, bu şaşılacak bilgileri yaz­mak istiyordum. Fekat başaramadım. Bunun için üzülüyordum. Sonra, (bu bilgileri göndermek, alışdırmak içindir; bunları ezberlemek için değildir) di­yerek üzüntümü giderdiler. Nitekim mekteblerde talebe diploma almak için çeşidli şeyler öğrenirler. Bunları ezberlemek için öğretmezler.

Bu bilgilerden birkaçını yüksek huzûrunuza sunuyorum. Şûrâ sûresi on­birinci âyetinde (Onun benzeri gibi hiç birşey yokdur. Ancak O işitici ve gö­rücüdür) buyuruyor. Bu âyet-i kerîmenin baş tarafı, Allahü teâlâyı tenzîh ediyor. Bu, açıkça anlaşılmakdadır. O işiticidir, görücüdür buyurması da, bu tenzîhi temâmlamakda ve kuvvetlendirmekdedir. Şöyle ki, mahlûklar­da da görmek ve işitmek vardır. Mahlûkların bu iki duygusu Allahü teâlâ­nın işitmesi ve görmesi gibi sanılabilir. Allahü teâlâ, mahlûkların işitmedi­ğini, görmediğini bildirerek, böyle sanmak yolunu kapamakdadır. Bu âyet-i kerîmede, işitici ve görücü yalnız Odur, mahlûklarda yaratılmış olan kulak ve göz, işitmekde ve görmekde hiç rol oynamaz. Allahü teâlâ, kulağı ve gözü yaratdığı gibi, işitmeyi ve görmeyi de yaratmakdadır. Alla­hü teâlânın âdeti şöyledir ki, kulakdan ve gözden beyne te’sîrler gelince işit­meyi ve görmeyi yaratmakdadır. İnsanların sıfatları, görmelerine ve işitme­lerine hiç te’sîr etmez. Te’sîr eder denilirse, te’sîri de O yaratmakdadır. Mah­lûkların kendileri te’sîrsiz oldukları gibi, sıfatları da te’sîrsizdir. Herhangi bir kuvvetle taşdan ses çıkarılırsa, taş konuşuyor, o konuşucudur denilemez.