027 14-Mektub

14
ONDÖRDÜNCÜ MEKTÛB
 
Bu mektûb yine yüksek mürşidine yazılmışdır. Yolculukda hâsıl olan şey­leri ve birkaç talebenin hâllerini bildirmekdedir:

Yüksek kapınızın kölelerinin en aşağısı olan Ahmed sunar ki, mahlûk­ların mertebelerinde görülen tecellîlerden birazı, önceki mektûbda su­nulmuşdu. Ondan sonra (Vücûb), ya’nî varlığı lâzım olan mertebe görün­dü. Bütün sıfatlar bu mertebededir. Çirkin, siyâh bir kadın şeklinde görün­dü.

Bundan sonra ehadiyyet, ya’nî bir olan varlık, ince bir dıvar üstünde du-ran uzun bir genç adam şeklinde tecellî etdi. Bu iki tecellî hakkânî olarak göründüler. Bundan evvelki tecellîler böyle görünmüyordu. Bu zemân öl­mek istedim. Kendimi büyük bir deniz kenârında ayakda gördüm. Kendi­mi denize atmak istedim. Fekat arkamdan bir ip ile bağlanmış idim. Bunun için denize atlayamadım. Bu ipin, maddeden yapılmış olan bedene olan bağ­lılıklar olduğunu anladım. İpin, kopmasını istedim.

Öyle bir hâl oldu ki, gönlümün Allahü teâlâdan başka hiçbirşeyi isteme­diğini anladım. Bundan sonra vücûb makâmının bütün sıfatları göründü. Bu sıfatlar, bir bakımdan birçok şeylerin aynaları oldular. Dahâ sonra bu aynalarda görünen şeylerin hepsi aşağı döküldüler. Geride yalnız vücûb ma­kâmının sıfatları kaldı. Bunlarda görülen şeylerin ayrılmaları, dökülmele­ri de görüldü. Şimdi sıfatların asla verildiği anlaşıldı. Onlarda görülen şeylerden ayrılmadan önce, asla verilemezlerdi. Belki verilmiş gibi görü­lürlerdi. (Tecellî-i sûrî)ye kavuşanların hâli böyledir. Sıfatlar asla verilin­ce, (Fenâ-i hakîkî) hâsıl oldu. Bundan sonra kendimdeki ve başkalarında­ki sıfatları birbirinin benzeri buldum. Yerlerinin başka başka olması orta­dan kalkdı. Böyle olunca gizli şirklerin inceliklerinin birçoğundan kurtul­dum. Şimdi ne Arş kaldı, ne yer kaldı, ne zemân, ne mekân, ne altı cihet ve ne de eşyâyı ayıran sınırlar kaldı. Eğer senelerce düşünsem âlemden bir zer­renin yaratılmış olduğunu bilemem. Bundan sonra, kendime mahsûs olan (Te’ayyün), kendime mahsûs olan vech göründüler. Bu te’ayyün, eski ve par­ça parça bir elbise gibiydi. Bir kimse giymiş idi. O kimsenin kendime mah­sûs vech olduğunu anladım. Fekat hakkânî olarak anlaşılmadı. Dahâ son­ra bu adamın yukarı tarafında ve kendisine bitişik ince bir post göründü. Kendimi o post olarak buldum. Bu te’ayyün elbisesini kendimden uzak gör­düm. O post üzerinde bir nûr göründü. Biraz sonra gene yok oldu. Bu post ve elbise de yok oldular. Eskisi gibi câhil ve şaşkın kaldım. Bu görünen şey­lerden anladıklarımı yüksek kapınıza bildireceğim. Doğrusu ile yanlışını işâ­ret buyurursunuz. Şöyle ki, o görünen kimse, (Ayn-ı sâbite)dir. Vücûb ile imkân arasında bir geçit gibidir. İki yüzü birbirine benzemez. Arasında el­bise bulunan ve nûr görülen o post da vücûd ile adem arasında geçitdir. Ken­dimi o post bulmuşdum. Bu da, varlıkla yokluk arasındaki geçite kavuşmak­dır. Bundan önce rü’yâlarda da, kendimi böyle geçit bulmuşdum. Fekat o âfâkda idi. Şimdi ise enfüsdedir. Ya’nî kendimdedir. İkisi arasında başka bir ayrılık dahâ görülmüşdü. Fekat şimdi yazarken onu unutdum. Her ze­manki hâlim şaşkınlık ve câhillikdir. Arasıra böyle oyunlar da hâsıl oluyor ve sonra yok oluyor. Geride ma’rifetleri kalıyor. Ba’zı şeylerin ne olduğu­nu anlıyamıyorum. Hâtırımda kalanlara da güvenemiyorum. Bunun için he­men yazmak saygısızlığında bulunuyorum. Böylece, yüksek işâretinizle, bun­lara güvenim hâsıl olur. Kıymetli teveccühleriniz yardımıyla alçak şeylere olan bağlılıklardan kurtulacağımı ümmîd ediyorum. İmdâdıma yetişmez­seniz işim çok güçdür. Fârisî beyt tercemesi:

Hakkın ve hak adamlarının yardımı olmadan, Melek de olsa kurtulamaz yüz karalığından.

Hindistânın meşhûr şeyhlerinden Şeyh Abdüllah-i Niyâzînin oğlu Şeyh Tâhâ ve hüddâm hâcı Abdül’azîz yüksek kapınızı çok özlemekdedirler.

Şeyh Tâhâ da mubârek ayaklarınızdan öper ve kabûl buyurulması için yalvarır. Bu yüksek tarîka girmek istiyor, candan yalvardı. İstihâre yapmasını söy­ledim. Görünüşde çok uygundur. Burada zikr etmesini öğrenen sevdikle­rimizin çoğu râbıta yapmakdadır. Bir kısmı rü’yâ, vâkı’a esnâsında râbıta alıp gelmekdedir. Bir çoğu da Delhiden gelmeden önce râbıta etmişlerdir. Önce huzûra ve şü’ûrsuzluğa dalıyorlar. İçlerinden birkaçı, sıfatları asla ve­riyorlar, ya’nî ondan görüyorlar. Geri kalanları böyle değildir. Fekat hiç­biri tevhîd-i vücûd ve nûrları görmek ve keşflere kavuşmak yoluna gitmi­yor. Molla Kâsım Alî ve Molla Mevdûd Muhammed ve Abdül-Mü’min, gö­rünüşde cezbe makâmının üst noktasına varmışlardır. Fekat Molla Kâsım Alî inmeye başlamışdır. Geri kalan ikisinin inmesi bilinmiyor. Şeyh Nûr da noktaya yakındır, fekat kavuşamamışdır. Molla Abdürrahmân da noktaya yakındır. Kavuşmasına az kalmışdır. Molla Abdülhâdî o makâmda huzû­ra ve şü’ûrsuzluğa dalmışdır. Diyor ki, (Her bakımdan hiçbirşeye benzeme­yen bir varlığı “celle şânüh” her şeyde hiç birine benzemeksizin görüyorum. Her işi Onun yapdığını anlıyorum). Yüksek ni’metleriniz, tâliblere ve el­verişli olanlara durmadan yağmakdadır. Bu ni’metleri onlara ulaşdırmak­da bu aşağı kölenizin hiç hizmeti olmuyor. Fârisî mısra’ tercemesi:

Ben o eski Ahmedim, hiç değişmedim.

Bir gün vak’alardan bir vak’ayı anlatırken (O, sevilmişlerden olmasay­dı, maksada kavuşmakda çok güçlük çekerdi) buyurmuşdunuz. Bu mahbû­biyyetin yüksek ihsânınıza bağlı olduğunu da bildirmişdiniz. Bu müjde­nizden çok ümmîdliyim. Bu taşkınlıklarım ve saygısızlıklarım ondandır.